Son dersin bitmesine çok az kalmıştı lakin benim tahammül eddecek bir saniyem bile yoktu. Kalbimdeki sancıdan içimde yıkılan büyük şeylerin olduğunu hissedebiliyordum, o an tam anlayamamıştım sadece, ama biliyordum kopmuştu orada bir şeyler. Büyük bir hışımla oturduğum sıradan ayağa fırladım. Çok gerilmiştim, bedenimi kontrol edemiyordum. Güçlükle Nefes almaya çalışırken dolan gözlerimin farkında bile değildim. Kin ve nefret dolu ifadelerle etrafımdaki insanlara bakıyordum, onlar ise şaşkın ve ne olup bittiğini anlamaya çalışan ifadelerle bana karşılık veriyordu. Sinirlerim boşalıyordu, büyük bir şeyler olacağının farkındaydım. Ardından Roma’daki tragedyalara tirad olmaya aday o sözler döküldü ağzımdan:
-Sizler, alçak yaratıklar! Her gün birbirinize gösterdiğiniz o iğrenç ve yapay gülüşlerinizle sevecen ve samimi olduğunuzu düşünürken, özensiz takılmış maskelerinizin altından, gerçekte sahip olduğunuz o iğrenç suratınız sarkıyordu! Gözlerinizin içine yuva edinmiş kıskançlık öyle derindiki, bir bukalemun bile bu denli kendini gizleyemezdi! Bencilliğiniz öyle büyüdü ki, tüm değerleriniz ve hissettikleriniz o dağın ardında kaldı! Görmedi, hiçbiriniz beni görmedi. Ne hissettiğim, neler yapmak istediğim sizin yararınıza dokunmadığı sürece size de dokunmadı! Evet siz görmediniz ama…
Boğazım düğümleniyordu, cümlenin sonunu getiremeyecek gibi hissediyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlayıp koşarak kaçmak istiyordum sınıftan. Titreyen ellerime gitti gözlerim. Bu denli yaşadığım sinir krizine sebep olan insanların önünde zayıf görünemezdim. Sımsıkı yumdum gözlerimi. Yumar yummaz gözlerimde biriken damlalar yavaşça aşağıya doğru yolculuğa başladı. Sınıfın açık penceresinden esen rüzgar suratıma dokundukça, gözyaşlarının bıraktığı nemden hissettiğim serinlik sanki içimde bir şeyleri onarıyordu. Serinleyen yüzümden ve kalbimden aldığım ferahlıkla açtım gözlerimi. Islak kornealarımda kırılan görüntü biraz bulanık olsada hala seçebiliyordum kimin kim olduğunu. Sonra hep o cümle, aklımdan çıkmayan o cümle, yine zihnimde yankılanıyordu, “Ahmaklar için ölümden sonrasında, düşünenler için ise cennet dünyadadır.”. Suratıma bir gülümseme yayılmaya başladı, sanki yüzüme büyük bir delilik giymişim gibi hissettim. O anki portremi Van gogh absinthe içerken bile resmedemezdi sanırım. Cümlemin sonunu getirmenin vakti gelmişti, bir kahkaha patlattım ve gülerek:
-Evet siz görmediniz ama her seferinde, ben sizi hep gördüm!
Büyük bir sessizliğin hakim olduğu sınıfta, oyunumun final sahnesini oynayıp bitirmeliydim bunu artık. Gözüm çantama gitti ama sonra ileride vazgeçeceğim çoğu benim olan şeyden vazgeçişimin ilk provası gibi bıraktım onu orada. Sınıftakiler için Adımlarımın yankılarının, bir mankenin topuklularının adımlarının yankısından daha gürültülü olduğuna emindim. İçimde yıllarca diktiğim binaları tek bir tekmeyle yerle bir etmiştim, işte mutluluğun resmi buydu! Uzun süredir hissetmediğim hatta tarif et deseler yapmayacak kadar unutmuş olduğum duyguların hücumu altında eziliyordu kalbim. Yıllar sonra nefes aldığımı farkettim o an. Hala ıslak ve parlak olan gözlerime eşlik eden yarı delice gülümsememle adımlarımı tempoya soktum.
Bir daha geri içerisine girmeyeceğim sınıfın kapısının önüne geldim. Bulutların üstünde gezer gibi rahattı adımlarım. Hala tatmin olmamıştım, biraz daha kusmalıydım içimi, biraz daha boğulmalıydı sınıfın içindekiler, benim içim’le. Arkamı döndüm, hala suratımdaki gülümseden dolayı yarı açık olan dudaklarımdan:
-Hepinizin cehennemi birbirinizsiniz, ne kadar kendinizi kandırsanız da her göz göze geldiğinizde her tokalaştığınız da, her öpüştüğüz de alev alev yanacaksınız! Sahteliğinizle, bencilliğiniz ve kıskançlığınız yetmeyecek tabutunuzu taşımaya, yalnız geberip bir köşede çürüyeceksiniz!
Ve o kapıdan beni dışarı çıkaran o adımı attım. Ya da daha doğrusu, artık fazlaca gevşemiş olan tasmamı dişleyip kopardım ve fırlatıp attım…