Okul gazetesine kabul edildiği haberi geldiğinden beri pek bir keyifliydi. Uzunca bir zamandır istiyordu bunu ama işte, demek ki ancak sıra gelebilmişti. Aslına bakılırsa bir üst sınıftan Okan’ın babasının il dışına tayini çıkmasaydı, çok da sıra geleceğe benzemiyordu ya, olsundu.
Gelecek sayının çıkmasına az bir süre kalmıştı, iki hafta ya var ya yoktu. “Galiba ellerinde yazıları kalmamış.” diye düşündü. Ama bu durum bile kaçıramadı keyfini. Hayali gerçek olmuştu ya, gerisinin çok da önemi yoktu. O gün ikinci teneffüsün bitimine yakın, kantinden sınıfa dönerken Ayşe öğretmen seslenmişti arkasından: “Mete, bir dakika bakabilir misin?”. Duraksadı, yanlış mı duydum acaba diye düşündü, çevik bir hareketle döndü arkasını. Evet, Ayşe öğretmen beş-altı adım uzağında duruyordu. “Biraz gelsene Mete.” dedi ve ekledi: “Seninle bir konuyu konuşmalıyım.”.
Ayşe öğretmen, öğrencilerin deyimiyle ‘Kitap Ayşe’, okulda oldukça sevilen birisiydi. Yaşının genç oluşuna karşın mesleğinde başarılıydı. Okuldaki üç edebiyat öğretmeninden biriydi ama adı en çok duyulanıydı. Elinde sürekli bir kitap olurdu; bazen ince, bazen kalın. İki üç günde bir yenilenirdi bu kitap. Öğretmenler odasına ne zaman girilse, masanın bir köşesinde kitabını okurken görülürdü. Okula gelişinin daha ikinci ayında, müdürü bir şekilde ikna etmiş ve okul gazetesinin ilk sayısı için hazırlıklara koyulmuştu. Okulun girişindeki merdivenlerden çıkıldığında karşınıza gelen büyük duvara asılan panoda yer alan bu gazete, irili ufaklı fotoğraflardan – resimlerden ve toplamda yedi-sekiz kadar da, kimi uzun kimi kısa, yazılardan oluşurdu. O sayı için, kendisinin oluşturduğu ekipten gelen çalışmalardan uygun gördüklerini seçer ve itina ile panoya asardı. Her yeni sayıyı renkli toplu iğneler ile kadife zeminli bu panoya iğnelerken, büyük keyif aldığı her halinden belli olurdu. Hatta ara sıra, neşeyle bir melodi mırıldandığını bile işitebilirdiniz.
Mete, Ayşe öğretmenin onunla ne konuşacağını düşünüyordu, hızlı adımlarla onu takip ederken. Acaba bir hatası mı olmuştu? Yoksa okulun arka bahçesinde nöbetçi öğretmenlerden gizlice besledikleri kedi yavrusundan mı haberleri olmuştu? Yedi-A sınıfını geçince solda kalan büyük pencerenin önünde durdular. Kalın çerçeveli gözlüklerinin yüz hatlarını daha da belirginleştirdiği öğretmeni, ona baktı. “Meteciğim” dedi, “Bildiğin gibi bir okul gazetemiz var. Ben de gazetenin başındayım. On üç gün sonrasına yeni sayımızı yetiştirmemiz gerekiyor. Okan’ın babasının işleri nedeniyle apar topar aramızdan ayrılmak durumunda kaldığını duymuşsundur.”. “Evet öğretmenim, duydum.” dedi Mete. Öğretmeni devam etti: “Hah, işte Okan’ın üzerinde çalıştığı bazı yazılar da böylelikle artık bizden çok uzaktalar. Hepsi de yarım kalmış durumda. Ben de düşündüm ki…” dedi, duraksadı, biraz aşağıya kaymış olan gözlüğünü eliyle düzeltti ve ekledi: “Bu sene değil ama, geçen sene bir dönem kadar dersinize girmiştim. Oradan hatırlıyorum, elin kalem tutuyor. Kompozisyon dersinde oldukça başarılıydın.”. Övülmek hoşuna gitmişti.
Evet yazmayı seviyordu, okumayı da. Ama yazılarını daha önce pek takdir eden olmamıştı. Ara sıra arkadaşlarıyla paylaştığında yazılarını; az övgü, çokça da eleştiri alıyordu. Hatta bazı eleştiriler oldukça can sıkıcı olabiliyor, sınıftaki kimi çocuklar ise işi alay etmeye dek götürebiliyorlardı. Öğretmeni, “Bizimle çalışmak ister misin Mete? Bize katılmanı çok isterim.” dedi. Duyduklarına inanamamıştı, bir kez daha teyit etmek istedi: “T-tam olarak anlayamadım öğretmenim!” Güldü Ayşe öğretmen ve“Gel bizimle çalış, gazetemize taze kan ol, diyorum.” dedi. Ne zamandır istediği bir şeydi bu. Ama o kadar uzun süredir beklemişti ki, hiç duymayacağına neredeyse emin olduğundan, nasıl yanıt vereceğini bilemedi. Ama bu fırsatı kaçıramazdı: “Çok isterim öğretmenim. Hem de çok!” diye yanıtladı. “Çok sevindim. Beni kırmadığın için çok teşekkür ederim.” dedi Ayşe Öğretmen, “Şimdi beni dikkatle dinle. En başta dediğim gibi yalnızca on üç günümüz kaldı, bugünü de saymazsak on iki! Panonun bir kısmı halen boş. Güzel bir konudaki yazını getir, baş köşeye asalım.” Az biraz rüşvet ile, onu harekete geçirmeye çalıştığının farkındaydı öğretmeninin. Konuşma belki daha da ilerleyecekti ki, teneffüsün bittiğini ilan eden zili duymalarıyla Ayşe öğretmen saatine baktı ve“Hadi şimdi sınıfa! Senden güzel haberler bekliyor olacağım.” dedi. Mete, gülümseyerek ‘peki öğretmenim’ manasında başını salladı ve sınıfına doğru yola koyuldu.
Son ders zili çaldığında tüm arkadaşları aceleyle yerlerinden fırladıkları halde, o oturmaya devam ediyordu. “Hey, duymadın mı zili?” dedi Burak, onu omzundan dürterek. Mete düşünceli ve ağır hareketlerle çantasını topluyordu, başını hiç kaldırmadan “Tamam, geliyorum.” diye karşılık verdi. Bu son dersin bitişini de, sınıfın dağılışını da farketmemişti. Gerçi tüm öğleden sonrası yitikti belleğinde. Ayşe Öğretmen’in teklifinden sonra, aklı hep yazacağı yazıdaydı. Ne yapacaktı? Ne yazacaktı? Kaç saattir düşünüyordu ama henüz bir fikri yoktu. Okul kapısından çıkıp da merdivenleri inerken hala bunu düşünüyordu. “Hadi ama Mete! Bir fikir bulmalısın artık!” diye söylendi kendi kendine. Önceden kolaylıkla yapabiliyordu bunu. Kompozisyon dersinde öğretmeni bir konu verdiğinde hemen beyninde şimşekler çakıyor, yazısının ana planı kafasında oluşuveriyor, ardından da kaleminin ucundan akıp gidiyordu kelimeler, cümleler… Bu kez nedense öyle olmamıştı. Ondan beklentinin bu denli büyük olmasının da etkisi olabilirdi. Hem zaman da çok kısıtlıydı. Ama kompozisyon dersinde de öyle değil miydi zaten? Yalnızca kırk dakikada hallediveriyordu tüm işi.
Eve geldiğinin bile farkında olmamıştı. Çantasını asıp odasına geçti, yatağına uzandı. Odasının o beyaz tavanına dikti gözlerini. Yönetmenin “Motor!” demesiyle beyaz perdedeki film oynamaya başladı. Ne zaman odasında hayal kurmak istese böyle yapardı. Yatağına uzanır, gözlerini tavana diker ve başlardı düşüncelerle dans etmeye. Düşünceleri bembeyaz koyunlara dönüşür, birer birer atlardı çitlerin üzerinden. Ama çoğu kez filmin devamını izleyemez, uyuya kalırdı daha ilk yarısında.
Bugün öğle arasında dışarıda olmak istemişti. Bekçi Muhsin Abi’ye görünmeden, okul bahçesinin iki kanatlı demir kapısından parmak uçlarında sıvışıvermişti. Duvarın köşesini dönüp, hızlı adımlarla sahile doğru inmişti. Arnavut kaldırımlı sokağın cadde ile kesiştiği yeri de aşınca, geriye bir tek denize doğru açılan merdivenleri inmek kalıyordu. Birer ikişer indi basamakları ve işte, deniz tüm güzelliği ile karşısındaydı. Hafif bir meltem esiyor, saçlarının kahkülünü havalandırıyordu. Sahil şeridinden yürümeye karar verdi. Bir yandan yürüyor, bir yandan da düşünüyordu. Nasıl bir konu bulmalıydı ki, Ayşe öğretmeni’ni haksız çıkarmasın. Ona güveniyordu öğretmeni ve öğretmenini hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu. Üstelik aylar sonra eline geçen bu fırsatı iyi değerlendiremezse, sevinci çok da uzun ömürlü olmayabilirdi.
Yürürken yüz metre kadar uzağında bir simitçi tezgahı dikkatini çekti. Mavi-beyaz boyalı, güneşten parlayan camları olan bir simit arabasıydı bu. Tezgahın başında yaşlı bir adam duruyordu. Arabanın hemen yanında bulunan iki tabureden birinde oturuyordu. “Bir simit yesem iyi olacak.” diye düşündü, arabaya yanaştı. “İyi günler!” diye seslendi simitçiye. Ona doğru döndü adam. Beyazlı grili saçları oldukça seyrekti. Kafasındaki keli, güneş ışınlarını yansıtma konusunda arabanın camları ile yarışıyordu adeta. Parlayan güneşten gözlerini hafifçe kısarak kurtuldu, konuşmasını sürdürdü: “Bir tane simit alabilir miyim?”
“Hoşgeldin evlat. Simit ne’li olsun?”
“Hangi çeşitler var?”
“Sade, peynirli, çikolata kremalı ve öykülü.”
“Öykülü mü? Nasıl yani?”
“Evet evlat öykülü, şaşırdın mı?”
Gerçekten de şaşırmıştı. Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştı. Öykülü simit de ne oluyordu ki? Yaşlı adamın kendisi ile dalga geçtiğini düşündü. Yüzünün asıldığını farketmiş olmalıydı simitçi, açıklamaya başladı: “Ben yıllardır simitçilik yaparım evlat. Bu kentin birçok yerine tezgah açmışlığım var. Simitlerim çok gevrektir, hemen tükenir. Herkes tüm çeşitlerini severek alır, öykülüler hariç.” dedi. Başını öne eğdi. Taburesine geri oturdu.
“Amca sen ciddi misin? Yaşım küçük diye dalga geçme benimle lütfen! Öykülü simit olur mu hiç?”
“Neden olmasın evlat? Peynirli, çikolatalı, kaşarlı olur da neden öykülü olmasın?”
Mete’nin üzündeki şaşkın ifade giderek artıyordu. Yaşlı simitçi devam etti:
“Öykülü simitlerimi kimse almıyor artık. Eskiden böyle değildi, öğleden önce tükenirdi. Şimdiyse zaman değişti, zamane insanlarının çok daha önemli işleri var artık.”
“Ben hala durumu anlamadım.” dedi adama. “O halde bir tane vereyim, öykülüsünden. Hem karnını doyur, hem de ruhunu.” dedi simitçi. Tezgahın içerisine poşet geçirdiği elini soktu, bir tane simit alıp ona uzattı. “E bunun diğer simitlerden farkı yok, Bildiğin sade, düz simit!” dedi içinden Mete. Adamın uzattığı simidi aldı. Yanındaki boş tabureyi ona doğru ittirdi simitçi, eliyle işaret ederek: “Gel otur, bu tabure öykülü simit müşterilerine aittir.” dedi gülerek. Sesi oldukça keyifliydi, öykülü simit satmış olmak onu mutlu etmişti galiba. “Ne zamandan beri talibi yoktu bunların. Ben de epeyce boşlamışım anlaşılan. Yanımda hikaye getirmemişim. Ama dur bir dakika, o halde sana kendi hikayemi anlatayım.” dedi adam. Saatine baktı, öğleden sonraki ilk derse daha vakit vardı. Simitçi: “Merak etme evlat. Öykülerim uzun sürmez benim.” dedi ve devam etti: “Ben ilkokuldan sonra okuyamadım. Okutmadılar beni. Babam köyde rençberdi. Müslüm Ağa’nın çiftliğinde çalışır, bahçelere bakardı. Ben ilkokulu bitirirken, babam da epey yaşlanmıştı. Kendisine işlerinde yardım etmem için okutmadı beni. Ağlayıp zırlamalarım da fayda etmedi ve ben de babam gibi rençber oldum.”
Tezgahın altındaki gözden bir termos çıkardı, iki de plastik bardak. Bir yandan çayları doldururken, bir yandan da devam etti anlatmaya: “Babam vefat ettikten sonra da çalışmaya devam ettim çiftlikte. Bir gün ahırın arkasındaki depoda kitaplar buldum, bir sürü eski kitap. Müslüm Ağa’nın üç çocuğu vardı, tümü de okula gidiyordu. Ama büyüktüler epeyce, onlardan kalan kitaplar olmalıydı. Hergün işlerden vakit bulduğumda gider, gizli gizli okurdum. Eve getiremezdim çünkü babam kızardı.” Bir yudum aldı çayından, iç çekti. “Müslüm Ağa vefat edince, çocukları sürdürmedi işlerini. Okulları bitince şehre yerleşmişti hepsi, çiftliği sattılar. Yeni sahipler de, arazisi için almışlar oraları, fabrika kuracaklarmış. Haliyle bize de kapıyı gösterdiler. Ben de çıktım şehre geldim, bundan seneler evvel.”. Hikayenin sonunun nereye varacağını merak ediyordu. Simitçiye belli etmeden saatine baktı, daha vakit vardı. “Kente gelince pek bir iş tutamadım. Rençberlikten başka bir bildiğim yoktu, kentte de rençberlere iş yoktu. Bir tanıdığımız vardı, beni aldı simitçi yaptı.” diyerekiştahla anlatmaya devam ediyordu ki;ara vermek zorunda kaldı. İki kadın gelmişti tezgaha. Çeşitleri bile sormadan iki simit alıp aceleyle uzaklaştılar. “Görüyorsun işte evlat, ne kadar da aceleleri var.” dedi ve başını iki yana salladı yavaş yavaş. “Simitçilik yaptım yıllarca, ama aklım hep okulda, okumakta kaldı. Evlenmedim de hiç, ben de varımı yoğumu kitaplara yatırdım. Şimdi git bak, tek göz odamda kitaplardan neredeyse bana yer yok.” dedi gülerek. Bu durumdan çok memnun görünüyordu. Ardından devam etti: “Öyküleri çok sevdim. Önceleri okurdum, çok geçmeden anlatmaya merak saldım. Eskiden dinleyen olurdu ama artık kimsenin vakti yok. Kimsenin öykü dinleyecek vakti yok!” dedi. Çattı kaşlarını, alnı daha da bir kırıştı. “Ben ise devam etmek istiyordum hikayeler anlatmaya. Sonra bir gün aklıma geldi. Simitlerin türlü türlü çeşitleri var, neden öykülü de olmasınlar? Öykülü simitler satmaya başladım. Başta talibi çoktu, çoktu seveni öykülerimin. O zamanlar insanların vakti vardı çünkü. Gelip öykülü simitlerimden alır, taburelere oturur ve beni dinlerlerdi, öykülerimin tadına doyamazlardı. Hatta peş peşe iki üç öykülü isteyen bile olurdu. İnanmayacaksın ama taburelerimin sayısı vakti zamanında beş-altı kadardı, taşımakta zorlanırdım.”
Saatine bir kez daha baktı, az bir vakit kalmıştı derse. Dinlemek de istiyordu hikayenin sonunu, “Biraz geç kalmak çok da sorun yaratmaz.” diye düşündü. Simitçi de saatine bakışını görmüş olacak ki, hızlandı ağzından çıkan cümleler: “Artık devir değişti. Herkesin bir acelesi, mutlaka yetişmesi gereken yerler var. Fiyatı bile daha uygun ama, kimse öykülü simitleri sormuyor artık. Bak; sade bir lira, peynirli bir lira yirmibeş kuruş, çikolatalı bir buçuk lira ama öykülü simit yalnızca elli kuruş!”
“Elli kuruş mu? Neden o kadar ucuz?” diye sordu adama.
“Neden olacak?” dedi yaşlı adam. “Öykülü simitleri tüketmek, vakit ister. Beş, on, onbeş dakika da olsa zaman ayıracak insanlar. Onlar benim simitlerimi, ben de onların vakitlerini satın alırım. Kardeş payı yani, yeni neslin dediği gibi fifti fifti.” dedi hafifçe tebesüm ederek.
Vakit dolmuştu. Şimdi çıksa, azıcık koşsa bir ihtimal yetişebilirdi derse. Müsaade istedi, cebinden bir elli kuruş çıkardı ve adama uzattı. “Çok teşekkür ederim. Hem karnım, hem de ruhum doydu. Ara sıra geleceğim öykülü simitlerinizden almaya.” dedi.
Mutlu oldu simitçi, gözleri parladı. “Hay hayy! Çok mesut olurum evlat.” dedi keyifli bir tonda. Mete büyük bir mutlulukla tezgahın başından ayrıldı, geldiği yöne doğru yürümeye başladı . Merdivenlere geldiğinde vakti iyice daralmıştı. Koşarak çıkmaya karar verdi, tam adımını atmıştı ki o da ne? İlk basamağa takılan ayağı izin vermemişti ilerlemesine.
Canının yandığını hissetti, gözlerini açtı. Fakat, gördüğü manzara ile donup kalmıştı. Odasının beyaz tavanı karşısındaydı! Odasında, yatağındaydı. Yatakta doğrulup oturdu, üstünü başını kontrol etti; halen üzerine okul kıyafetleri vardı. Ama nasıl olurdu, daha az evvel simitçinin yanındaydı, oradan ayrılıp okula dönüyordu. “Nasıl yani? Hepsi bir rüya mıydı?” dedi kendi kendine. Ama hepsi o kadar gerçekti ki. Düşünce canı bile yanmıştı! Eğer hepsi bir rüyaysa, nasıl bu kadar gerçekçi olabilirdi?
Yatağından masasına geçti. Yüzünü avuçlarının arasına alıp derin bir nefes aldı. Az önce yaşadığını düşündüğü onca şeyi tekrar anımsamaya çalıştı. Evet, neredeyse tümünü hatırlıyordu; sahili, tezgahı, yaşlı simitçiyi ve de öykülü simitleri! İşte bulmuştu! Ayşe öğretmeninin ondan beklediği yazının konusu hazırdı! Defterini açtı, en sevdiği kalemi aldı ve beyaz sayfaya kocaman harflerle başlığı attı: ÖYKÜLÜ SİMİT