Atatürk’ün, Cumhurbaşkanı iken, günlük hayatı içinde gece toplantıları mühim bir zamanı işgal ederdi. Devlet adamlarının, edib, şair ve ilim mensupları ile bazı yakın arkadaşlarının hazır bulunduğu bu toplantılarda siyasi, tarihi, edebi, ilmi, içtimai mevzular üzerinde konuşulur ve münakaşalar edilir ve günlük hadiselerin tahlilleri yapılırdı. Bazen de tarihi olayları, bir sıra dahilinde Atatürk kendisi anlatırdı. İşte onlardan bir kısmını “Atatürk’ü dinlerken ve dinledim” başlığı altında “Belleten“de neşretmiştim. “İnkılabı ikmal etmek lazımdır“, “Selanik-Manastır yolunda” ve “Edebiyat nedir ve edebiyatın gayesi ne olmalıdır?” başlıklarını taşıyan bu yazım da onlardan birkaç örnektir.
“İNKILÂBI İKMAL ETMEK LAZIMDIR”
1908 yılında bir kış gecesi. Selanik’te, Beyazkule karşısında, askeri kulüpte bir konferans veriliyor. Bu kulüp yeni açılmıştır ve kulüpte askeri konferanslar yeni verilmiye başlanmıştır. Bu tarihten evvel ne kulüp açılabilirdi, ne de konferans vermek mümkün idi. Niçin? Çünkü, memlekette hürriyet yoktu. Hürriyet ancak o sene içinde alınmış gibi idi. Gibi idi diyorum; zira o ülküye hakikaten kavuşulmuş mu idi? İşte bazı dimağları yoran bir istifham işareti ki önünde durmadan geçiyoruz.
Konferansçı, tabur komutanlarından, Binbaşı Cemil Bey’dir. Kürsüye çıktığı zaman, beraberinde getirdiği birtakım aletleri, dinleyicilerin onları iyi görebilecekleri şekilde yerleştirdi. Bunlar atış öğrenmeye yeni başlıyanların kullanacakları basit aletler idi.
Komutan söze başladı:
– Büyük kumandanlarım, değerli arkadaşlarım!. . . Beni bu basit atış aletleri arasında görünce, hepinizin dudaklarınız bükülerek gülümsediğinizi farketmiyor değilim. Bunun için, izninizle, bir söz söyliyeceğim. Bu tarihe kadar Osmanlı ordusunda ateşli tüfek kullanmak ve bunları kullanacakları yetiştirmek yasak gibi idi. Ben Harp mektebinden çıkmış bir zabitim. Orada elime tüfek verilmişti; fakat fişeksiz, hatta fişeği ateşliyecek olan makanizması çıkarılmış bir tüfek … Sınırlarımızı koruma ödevi, üzerlerine yüklenen tecrübesiz askerlerimizin ceplerine beş on fişek verilir, fakat onları kullanmamak için olan şartlar da, kafalarına doldurulurdu. “Şimdi artık memlekette hürriyet ilan olundu. Lazımdır ki, Türkiye’yi koruyacak olan Türk ordusu, atışı iyi öğrensin, eski babalarımız gibi … Onları burada uzun uzadıya anlatmak, benim ilim çevremin dışındadır. Zaten, büyük Türk atalarından herkes gelişi güzel, bilir bilmez ortaya söz atmamalıdır. Onlar büyük idiler, kahraman idiler, ellerindeki silahı en güzel kullanırlardı. Bu konu üzerinde durmıyalım. Yakın asırlardan bize, bugünkü Türklere kalmış olan fena mirası bir tarafa bırakalım da, şu gördüğümüz basit aletlerden yeniden işe başlıyalım. Bize gerekli olan budur.”
Konferanscının çok yanık bir kalple söylediği bu hissi sözler, dinleyicileri, derin bir varlığın ne olduğunu düşünmeye sevketti. Konferans salonunda mutlak bir sükûn vardı; yalnız Binbaşının yüksek sesi işitiliyordu … O, büyük Türk cetlerinin silahşörlüğünü, şövalyeliğini açıkca belirttikten sonra, dinleyicilerine dönerek sözüne şu suretle devam etti :
– “Yüksek kumandanlarım, muhterem arkadaşlarım … Size şimdi pek memnun olacağınız tarihi bir hakikatı bildireceğim. 1907 yılındayız. Bu tarihte Osmanlı padişahı Abdülhamid, Osmanlı ordusunda atış talimleri yapılmasına müsaade buyurmuştur. O tarihte bütün dünyada, bütün ordularda atış talimleri için, birbirini tamamlıyan nice nice eserler yazılmıştı. Ne yazık ki bu atış işinin kahramanları olan Türklerin kendi eserleri kendilerine intikal etmemiş gibi görünüyordu. Abdülhamid’in iradesinden sonra, imparatorluğun her askerlik sahasında bu iradeyi tatbik için başvurulacak eserler aranıyordu.
Suriye, Merkezi Şam olan beşinci Türk ordusunun mıntakasıdır. Bu, büyük bir Türk ordusudur. Birgün, işte bu işaret ettiğimiz tarihe tesadüf eden günlerden birgün, Şam’ da ordu erkanı harbiyesinin talim ve terbiye şubesinde ortaya bir mesele konmuştur.”
Konferanscı Cemil Bey, bir Kurmay (erkânıharp) arkadaşının kendisine anlatmış olduğu bu meseleye ait mevzuu, dinleyenlere şu suretle izah etti :
“Ordu talim ve terbiye şubesi reisi, Şamlı Miralay Şeref Bey’dir. Bu şubede Selim Bey isminde zeki bir Şamlı zabit ve aynı şubede Binbaşı Esat Bey isminde de bir zabit vardır. Anası! Giritli iken Şam’ı vatan edinmiş olan, uzun boylu çok nazik ve çok zeki bir zat. Bir de Kurmay (Erkânıharp) Müfit (Özdeş) ve diğer başka Kurmay subayları.
Şef, şubede bir toplantı yapıyor. Bu toplantı çok ciddidir; çünkü irade’i seniye icabıdır, artık ordularda atış işi bir tüzüğe bağlanacaktır. Şimdi meselenin müşkül ciheti: Bu talimatı kimin yapacagıdır? Orada karar verildiğine göre, bunu Kurmay Yüzbaşısı Mustafa Kemal hazırlıyacaktır.
O, bu vazifeyi nasıl yaptı? Şam kütüphane ve müzelerinde yığılı birçok Türk eserleri vardı. İşte bu kütüphanelerin içine girdi; günlerce aradı, araştırdı ve nihayet aradığını buldu. Türkler çok zaman evvel atış üzerine. eserler yazmışlar ve bu eserleri dünyaya hediye etmişlerdi. O, hazineye kavuşmuştu. Fakat, yalnız arkadaşlarına değil, bütün Türk dünyasına imparatorluk içinde düşünülen ve konuşulan meselenin ilkel anahtarını bulduğunu izahlı bir tarzda bildirmek istiyordu. Çünkü bu buluş onun askerlik hayatında ummadığı bir saadet idi. O, ne bulmuştu? Yazılış tarihi itibariyle yüzler ve yüzlerce sene evveline götürebileceğimiz bir Türk eseri. Asıl olan bu, ve buna takaddüm eden Türk eserleri olduğundan şüphe yoktu. Avrupalılar bunlardan yüksek derecede istifade etmişler ve son silah tekamül ve inkişaflarına göre bu esası tevsik eylemişlerdir; buna itiraz edecek değiliz. Yalnız burada ısrar ile üzerinde durulacak nokta şudur. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında Sultan Hamid’in irade ve müsaadesiyle atış için bir eser, isterseniz buna eser demiyelim de talim diyelim, işte bu talimatı yazan, eserini vücude getirirken, garplı kaynakların hiçbirine başvurmamış, bütün ilhamını Şam kütüphanelerinde bulduğu eski bir Türk eserinden almıştır. Onun bulup bir program haline koyduğu eser makbule geçti, ve bugün bize kadar gelmiş bulunuyor. İşte benim size şimdi söylediğim şeyler onun görüşüne ve dünyanın eski Türk buluşları önünde, adım uyduruşuna bir başlangıçtan başka bir şey değildir.”
Konferans bir saatten fazla sürmüştü. Dinleyiciler müstefit olmuşlar, fakat aynı zamanda çok yorulmuşlardı.
Konferanscı sözünü bitirdikten sonra, herkes birer birer dağılmaya başladı. Çok geçmeden konferans salonu boşalmıştı. Yalnız üç beş asker, kulübün lokantasında oturuyorlar, ve konuşuyorlardı. Bu askerlerden biri de Mustafa Kemal idi, ötekiler Büyük Millet Meclisi başkanlığı ve Türkiye Cumhuriyetinin Milli Savunma Bakanı olan General Kazım Özalp, diğeri Ankara Vali ve Kumandanlığını yapmış, sonraları Toroslarda da kumanda etmiş, nihayet Mebus olmuş olan rahmetli Nuri Conker’di. Bunlar arasında mevcut bulunmadığı halde Mustafa Kemal’in hatırlayıp, orada var saydığı, Fethi Okyar (Londra Büyük Elçisi, 1937) … Ve daha bâzı kıymetli asker arkadaşları …
Mustafa Kemal, arkadaşı Binbaşı Cemil Bey’ in konferansından memnundur, onun sözlerinden çok duygulanmıştır, yeni ilham almış gibidir. Bir aralık arkadaşlarına şu sözleri söylüyor:
– “İnkılâbı ikmal etmek lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: Bugünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek sayılan kumandanları benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri için, ben son (sınır limit) olarak binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük kumandanları bunlar olmak gerektir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını muhafaza edeceğim, üst tarafını yaktıracağım”.
Arkadaşlarından biri, bu söz üzerine, buna itiraz ediyor ve bu büyük tasfiye işinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa Kemal’in cevabı şudur :
– Evet binbaşıdan yüksek olanlar aybaşında, benim teşkil edeceğim bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle tetkik ettikten sonra: “Efendim defterde sizin isminiz yoktur, sizi tanımıyoruz” diyeceklerdir.
Mustafa Kemal’in arkadaşlarından biri soruyor :
– Bundan. sonrası ne olacak?.
Mustafa Kemal, tereddüt etmeden, şu cevabı vermiştir :
– Bundan sonra ne olacağını, yapacağımız inkılap gösterecektir” ve sözlerine devam ederek daha kati ifade ile
– Evet inkılâp yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap, kafi sayılmaz. Fazlasını yapacağız. Memleketi binbir akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Bu çok adamların yerine, birkaç kafa ile iktifa edebilirim: Mesela Kazım (Özalp) Köprülü’yü Harbiye nâzırı yapacağım. Nuri (Conker)yi Kumandan ve idare şefi yaparım. Fethi (Okyar)ı yeni inkılapçı Türkiye’nin mümessili sıfatiyle Avrupa’ya gönderirim …
Sofrada hazır bulunan, öteki arkadaşları derhal soruyorlar:
– Ya bizleri efendim?
Mustafa Kemal şu cevabı veriyor :
– Sizler de göstereceğiniz, değer ve faaliyet nisbetinde birervazife alırsınız.
Sofradaki arkadaşlarından, biri (Nuri Conker) Mustafa Kemal’in istikbali kucaklıyan bu sözlerine, ahenkli bir kahkaha ile gülüyordu.
Mustafa Kemal, kahkahasını bir türlü yenemiyen bu arkadaşının sükûnet bulmasına intizar ettikten sonra ona sordu:
– Niçin gülüyorsun?
Gülen arkadaşı cevaben:
– Seni düşünüyordum da, onun için … bütün bu işler içinde sen ne olacaksın?
Mustafa Kemal, bu suale sarih cevap vermeden, yalnız şu umumi cümle ile mukabele etmiştir :
– Ben mi? Ben de sizleri o makamlara koyabilen olacağım.”
1908, tarihinde Selânik Askeri kulübünde konuşulmuş olan bu sözleri, ben 1937 tarihinde Çankaya’da Atatürk’ü dinleyerek hemen aynen yazmıştım.
II. Meşrutiyette hürriyet ilânı ile yapılan harekette, Türk inkılabının eksile kaldığını ve bu inkılabı bizzat tamamlıyacağını bir Erkanıhârp Kolağası iken söylemiş olan Mustafa Kemal, idealinin mahreki üstünde hiç şaşmadan ve sapmadan yürümüş ve bütün siyasi hayatı boyunca daima “inkılâpları ikmal etmek” gayesini gütmüştür.
ASKERİ MANEVRALAR İÇİN MUSTAFA KEMAL SELÂNİK MANASTIR YOLUNDA
“Nev-i insan haşredek ta’zim ederler âdına
Kim feda-yı nefsederse cinsinin imdadına”
Ziya Paşa
Osmanlı İmparatorluğu’nun Makedonya ordu merkezi, 1908 Hürriyet inkılabından sonra, yine askeri ve siyasi olayların bir bölgesi halindedir. Çünkü bilindiği gibi asıl hür fikirler, burada bir münevver zümre içinde oluş halinden, ordu mensupları sayesinde fiili bir hareket safhasına geçebilmiştir.
Hürriyet ilânından sonra, Makedonya ordu merkezinde askerî manevralar yapılmaktadır. Bunlarda, faal bir hizmet ifa eden Büyük Kumandanlık Erkan-ı Harbiyesinde talim ve terbiye kısmının şefi Kolağası (kıdemli yüzbaşı) Mustafa Kemal’dir.
1909 yılında Selanik’teki kumanda ve Erkan-ı Harbiye (Kurmay) heyeti bir garnizon tatbikatı yapmak için, Manastır’a gidiyor. Heyeti taşıyan trenin bir kompartımanında, iki arkadaş, hoca ve talebesi, Binbaşı Naci (Paşa) ve Mustafa Kemal oturuyorlar.
Bir aralık Naci Paşa, mahzun bir eda ile, Mustafa Kemal’e büyük Türk Şairi Ziya Paşa’nın şu iki beytini okuyor :
Tarab, ne eksilirdi deryayı izzetinden
Peymane-i vücuda zehrab dolmasaydı,
Azâdeser olurdum âsibi derd-ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı.
Hocasından bunu işiten Mustafa Kemal, kısa bir teemmülden sonra, Hocam, “büyük Türk şairi vücut peymanesini zehrab ile dolduracağına bu peymaneye zehrab katmamasını isteseydi, yani:
Tarab, ne eksilirdi deryay-ı izzetinden
Peymane-i vücuda zehrab katmasaydın
deseydi daha muvafık birşey söylemiş olmaz mı idi? Görüyorum ki, bu sözler bir acının ifadesidir; maamafih ben henüz bunu iyi kavrıyamadım” diyor.
Bu hatırayı, Atatürk Naci (Eldeniz) Paşa’nın da hazır bulunduğu 1937 yılının bir bahar mevsiminde tekrarlıyordu.
General Naci Eldeniz, Atatürk’ün hocası idi. Onu gördüğü zaman daima kendisine saygı ile hitap eder, onun nazik ve asil hareketlerini överdi. Naci Paşa’nın aynı zamanda hisli şiir okumasını, 28 yıl sonra hatırlıyan Atatürk, bu beyitlerin manaları üzerinde tahliller yapmak için bu mevzuu açmış gibi idi. O, Ziya Paşa’nın bu ahenk ve sanat dolu mısralarını, yeniden tekrarladığı vakit, bilhassa “Asibi derdü gam” tabirleri ve manası üzerinde tahliller yaparak demiştir ki:
“Büyük Türk şairlerinin, geçmişin ıztıraplarını Türk milletine anlatmak için böyle kelimeler kullanmaları lojik olmamakla beraber, büyük insafı, Türklüğün mantalitesi insafı, bunu mantıki olarak hulûl etmektedir“.
Atatürk, Naci Paşa’nın yanında bulunması vesilesiyle, bu mısraları tekrar okutup ve kendisi de tekrar ederken :
“Eski devirlerde Türk vicdanlarını elemle saran bu iki beyitteki acı ve acıklı kelimelerin artık Ziya Paşa devrindeki manasının bugünkü Türkiye Cumhuriyeti çocuklarına yabancı olması lazım geldiğini” bilhassa söylemek istiyordu.
General Naci Eldeniz, Selânik- Manastır yolunda tren kompartımanında, Ziya Paşa’nın başka bir beytini de okuduğunu hatırlatarak, şunu da okudu:
“Nev-i insan haşredek ta’zim ederler âdına
Kim feda-yı nefs ederse cinsinin imdadına”
Atatürk, bunları aynen şu cümle ile nesre çevirdi :
“Hemnevinin yardımına hayatını, her kim feda ederse, beşeriyet onun adını haşre kadar tazim ile anar.”
Naci Paşa, 1909 yılında Selanik- Manastır yolu üstünde okuduğu bu beyitlerin, birinin milli diğerinin beşeri olmak üzere iki saiki olduğunu izah etmek istiyordu.
Atatürk her vesile ile, eski bir hatırasını andığı vakit, o vak’adan bir netice çıkarmağı daima telkin etmiştir ve bunu yapmak kendisinin de adeti idi.
Şimdi bunlardan biz de bir netice ve hülasa çıkarmak istersek, bu naklettiğim kısımlarda, 1909 yılında Türk ordusu mensuplarının Makedonya’daki bazı hayat safhasının açıklandığını görürüz:
1- Selânik’te Askeri Kulüpte mesleki bilgilerin arttırılması için konferanslar veriliyor.
2- Mustafa Kemal Şam’da askeri vazifesini görürken bir “Talimatname hazırlanmasını üzerine aldığı vakit, kütüphanelerde araştırma yapmış ve eski bir Türk eserinden kaynak olarak istifade etmiştir.
3- Hürriyet ilânından sonra, Makedonya ordusu çeşitli manevralar yapmaktadır. İşte bu manevralardan birine giden heyette Mustafa Kemal ve Naci Paşa, tren kompartımanında, edebi bir hasbıhal yaparken, Ziya Paşa’nın beyitlerindeki fikirler üzerinde, 1909 da olduğu gibi, 1937 de de, içtimai ve milli duygularla tahliller yapmışlardır.
M. Kemal tarafından, asıl şairin kullandığı kelimenin değiştirilmesine gelince, Büyük Şairin “Zehrab olmasaydı yerine, Zehrab katmasaydı” sözlerinde, düşünülecek olursa hakikaten büyük manalar bulunmaktadır. Nitekim, Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklal savaşı esnasında, kara günlerin acısı içinde, kürsüden bir hatibin okuduğu:
“Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini”
mısrasına M. Kemal derhal yine, bu mısradaki sözleri değiştirerek :
“Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini”
dediği İstiklal savaşımızın tarihine geçmiş bir mısra değil midir?
İşte böylece, her devrin cemiyet hayatında Atatürk’ün dediği gibi, bilhassa zihinlerdeki “İnkılapları ikmal etmek lazımdır“.
EDEBİYAT NEDİR? EDEBİYATIN GAYESİ NE OLMALIDIR?
Bu münasebetle Atatürk’ün bu toplantısında, biraz sonra konuşma mevzuu, edebiyata intikal etmiştir (yıl, 1937): Edebiyat nedir? Osmanlı devrinde ve bugüne kadar Cumhuriyet rejiminde edebiyat medlulünden ne anlaşılıyor? mekteplerde edebiyat nasıl okutuluyor? Cumhuriyet çocuklarına edebiyat ne yolda ve hangi gaye ile tedris olunmalıdır?
Orada hazır bulunanlardan biri, bugünkü edebiyat tedris sistemine muarızdır. Bugünün programını edebiyattan beklenen hizmete uygun bulmuyor; ona göre bugünkü edebiyat tedrisatı, fikre ve ruha hitabetmiyen bir şekilde yapılmaktadır; halbuki edebiyatın rolü bu değildir; onun daha geniş ve şamil bir hizmet sahası vardır.
Atatürk, bunun üzerine o arkadaşına, edebiyatın nasıl okutulması ve ne suretle programlaştırılması muvafık olacağını sordu. Bu arkadaşının cevabı, kara tahta üstüne, * şu suretle tesbit edilmiştir :
1- Ona, tahlil ve terkip kabiliyeti vermek;
2- Ona, dünyayı ve insanlığı anlatmak;
3- Onu, bir üslûba malik kılmak;
4- Onu, başlı başına ve yardımsız çalışabilir hale koymak;
5- Onu bütün bu vasıf ve kıymetleriyle mensup olduğu sosyeteyi yükseltebilecek surette yetiştirmek.
Bütün bu mesaide, hususi ve umumi tarih ve bu tarihten en ileri gitmişlerin, yani devletçilikte, askerlikte, bütün ilim ve fen teknik branşlarında, ekonominin bütün safhalarında tetkik ve imtisale en çok şayan eserleri ve müessirleri tanıtmak, tedris sisteminin temel taşlan olmalıdır.
Bundan sonra Atatürk, edebiyatla alaka ve iştigalini bildiği diğer bir arkadaşına şu suali sordu :
– Osmanlı devrinde ve Cumhuriyet rejimine kadar olan zamanlarda edebiyattan ne anlaşılırdı? O devrin mekteplerinde edebiyat nasıl okutulurdu? Nihayet bugün, edebiyat tedrisatı ne suretle yapılmaktadır?
Atatürk’ün bu sualine cevap veren o arkadaşı, tedris hayatından çekileli çok seneler olduğu ve bugünkü edebiyat tedris programlarını bilmediği için şimdiki tedris sistemine dair bir şey söyliyemiyeceğini, Osmanlı devrinde tanzimattan evvel ve onu müteakip zamanların edebiyat telakkileri ve tedrisleri hakkındaki malûmatını ve edebiyatın lâfız ve mâna sanatlarından bahseden bir ilim olarak okutturula geldiğini ve herhalde kara tahtaya yazılan gayelere göre bir edebiyat dersi okumadığını bildirdi.
Bunun üzerine, Atatürk şunları dikte ettirdi :
– Osmanlı devrinde ve bugüne kadar geçen Cumhuriyet çağında ve bundan evvelki Türk kültürel çağlarında ve hatta bütün kültürel edebiyat sosyetelerinde edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır.
“Söz ve manayı, yani insan dimağında yer eden her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinliyenleri veya okuyanları çok alâkalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı … Bunun içindir ki, edebiyat ister nesir halinde olsun, ister nazım şeklinde olsun tıpkı resim gibi, heykeltraşlık gibi, bilhassa musiki gibi güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.
Beşeriyette en müsbet ilim ve en ince teknik esaslarına dayanan hayatla, ve kanla karşılaşmak kendileri için mukadder olan askerlik gibi yüksek bir idealist meslek dahi, kendini, içinde bulunduğu içtimai heyete anlatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık yolculuğunu hazırlıyabilmek için, uyandırıcı, hedeflendirici, yürütücü ve nihayet fedakar ve kahraman yapıcı vasıtayı edebiyatta bulur.
Bu itibarla, edebiyatın her insan cemiyeti ve bu cemiyetin hal ve istikbalini koruyan ve koruyacak olan her teşekkül için en esaslı terbiye vasıtalarından biri olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Bunun içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, edebiyat tedrisinde şu noktalara, bilhassa ehemmiyet ve kıymet vermelidir:
A) Türk çocuğunun kafasını, fıtri yaradılışındaki dikkat ve itinaya göre tekevvün ettirmek. Bu Cumhuriyetin sıhhi düzeni ile alakadar olan vekâlete de teveccüh eden bir vazifedir.
B) Güzel muhafaza edilen, Türk kafa ve zekalarını açmak, yaymak, genişletmek. Bu, bilhassa Kültür Bakanlığının vazifesidir. Bununla birlikte olarak, müstait Türk çocuk kafalarına müsbet ilim ve maddi teknik mefhumlarını yalnız nazari olarak değil , aynı zamanda pratik vasıtalar ile de yerleştirmek.
C) Bir taraftan da, Türk kafalarındaki kabiliyetleri, Türk karakterindeki sağlamlıkları, Türk duygularındaki yükseklik ve genişlikleri, kendilerini hiç zorlamadan natürel bir tarzda ve olduğu gibi ifadeye onları alıştırmak.
Bunlar yapılınca netice şu olacaktır: Türk çocuğu konuşurken onun beyan tarzı, Türk çocuğu yazarken onun ifade üslubu, kendisini dinliyenleri onun, yürüdüğü yola götürebilecek, Türk çocuğu bu kabiliyeti sayesinde kendisini dinliyen veya yazısını okuyanları, peşine takarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek, ulaştırabilecektir.
Bu edebiyat telâkkisi, böyle bir edebiyat tedrisi sayesindedir ki, edebiyat medlulünden anlaşılan amaca varmak kabil olabilir”.
İşte bu çeşitli üç mevzu hakkındaki naklettiğim hâtıralarım, Atatürk’ü dinlediğim gibi tutulan yazılardan çıkarılmıştır. Bu suretle, Atatürk’ün fikri hayatının bir cephesini ve bir toplantıda, neler konuşulup tespit edildiğini kaydetmek istedim. Buna benzer daha pek çok örnekler vardır.
- Atatürk’ün Çankayadaki, bu toplantı salonun bir tarafında, daimi olarak bulunan elektrikle dönen bir kara tahta vardı. Bu tahtalar Floryada ve Dolma bahçe sarayında da bulunuyordu. Bu tahtalardan biri, bugün Türk Tarih Kurumu toplantı salonundadır.
Kaynak: Belleten, Cilt: XVIII – Sayı: 72 – Yıl: 1954 Ekim