Issız bir hiçliğin ortasında uzun zamandır savrulan ruhumu nereye koyacağımı bilemeden saatlerce dolaştım, İstiklal Caddesi’nin üzerine şimşekler yağan ıslak sokaklarında. Tünel’den Meydan’a, sonra tekrar Tünel’e ve tekrar Meydan’a. Ama nafile. Beynimin en derininde, boğazlanan bir hayvan gibi kesik çığlıklar atarak kanayan benliğimi susturmak için yürüdüm biçare. Izdırap içinde can çekişircesine debelenen iç sesimin çığlıkları, acımasızca düşen yağmurun sesine karıştı nefesimle birlikte. Yürüdüm, yürüdüm…
İçinde zehirli yılanlar kıvranan benliğimi susturup sakinleştirecek, beni kendine ait hissettirip ehlileştirecek tek bir insan, mekân ya da an aradım. Fırtınanın tam ortasındaki delirtici sessizlikte ya da keşmekeşin tam merkezindeki sefil görünmezlikte bir başımaydım. O kadar uzun zamandır bir tek kendi sesimden mürekkep bir yalnızlıkta yaşıyordum ki, ne zaman kendi kendime konuşmaya başladığımı bile hatırlayamadım.
Yedinci kez aynı taşlara basarak yürüdükten birkaç delirtici düşünce sonra, ‘o’ kapıyı gördüm. Siyah, saydam bir boşlukta, yarı aralık… Beni çağırıyor gibiydi. Tedirginlikle etrafıma bakındım. Gecenin gün doğmadan önceki en koyu noktasında, berbat evlerindeki berbat insanlar sevgililerinin boktan vücutlarına sarılmış, boktan rüyalar görürken sadece ben, tek bacağı olmayan ıslak bir sokak kedisi, işaret parmağıyla konuşarak yürüyen yaşlı, evsiz bir adam, naralar atan birkaç sarhoş ve keskin bıçak darbeleri gibi yüzüme çarpan yağmur damlaları vardı. Dünyanın tüm sırlarını ardında barındırıyormuşçasına umursamaz ve vakur bir heybetle duran oymalı yeşil demir kapıya yavaşça dokundum. Islak ve serindi. Hafifçe ittim. Açılırken acıyla inledi.
Issız, koyu karanlık bir bahçe. Taş duvarlar. Oymalar. İşlemeli küçük pencereler. Devasa ahşap kapılar. Çan kulesi. ‘Kilisedeyim’ cümlesinin beynimde yankılandığı an aniden çakan metalik bir şimşek ortadaki büyük kapıyı bir anlığına aydınlattı.
Oradaydı.
Bana bakıyordu. Bu yağmurda, bu karanlıkta ve bu uzaklıkta bile beni çağıran gözlerini görebiliyordum. Yarı açık kapıda dikiliyordu. Üzerinde yere kadar uzanan puslu gri, kapüşonlu bir cüppe vardı. Beline kirli beyaz bir urgan bağlamıştı. Ayakları çıplaktı.
Yüreğimden yükselen karşı konulamaz garip bir istekle ona yaklaştım. Yanına geldiğimde başını öne eğip gözlerini gizledi. Kan kokuyordu. Aynı zamanda küf. Tuhaf bir haz ve yabani bir huzur hissettim. Sağ eliyle hafifçe araladığı kapıdan içeri girdim. Kapı ardımdan bir aslanın kükremesi gibi hırıltılı bir sesle gıcırdadı, hemen ardından aslan tok bir sesle vuruldu ve kapı kapandı. Cüppeli keşiş, başı eğik, önümden geçip yürüdü. Saydam ve kaygan bir zeminde uçarcasına giden ayaklarının sesi yoktu. Bastığı yerlere basmaya çalışarak ve hissettiğim huzuru kaybetmemek için nefes bile almaya korkarak yürüdüm ardından.
Çarmıhtaki İsa’nın altında durdu. Eğilip küflü bir halkayı tuttu ve yuvarlak kapağı kolayca çıkarıp kenara koydu. Zifiri bir dehlize inen taş merdivenlerden inip gözden kayboldu.
Onu kaybetmekten ya da onun bana hissettirdiklerini bir daha hissedememekten delicesine korkarak telaşla indim ardından. Nefes nefese koştum ıslak taşların içine oyulmuş dar, karanlık koridorda.
Cılız birkaç mumla aydınlatılmış basık, genişçe bir boşluğa vardığımda şaşkınlıktan boğazıma takılan çığlığı zor zapt ettim. Biri beni içeri alan olmak üzere üç keşiş odanın üç ayrı köşesinde yere diz çökmüş, belirsiz bir huşu içinde yüzlerini yukarı çevirmiş, gözleri kapalı, gülümseyerek anlamadığım bir dilde ölümcül ezgiler mırıldanıyorlardı. Önlerindeki bakır çanaklarda, şarap olduğunu tahmin ettiğim koyu kırmızı bir sıvı ve tam ortada taş bir yükselti vardı.
Yükseltinin üstünde koyu kahverengi saçları, titreyen sefil vücudu, simsiyah tırnakları ve delirmiş, kaybolmuş gözleriyle çırılçıplak bir kadın yatıyordu. Bana o kadar benziyordu ki…
Birden anladım. Ruhunu kaybettiğini, ararken yolunun buraya düştüğünü, burada garip, anlamsız bir huzur bulduğunu, burasının onun son durağı olduğunu…
Ve bu ruh avcılarının onu bulduğunu…
Göz göze geldik. Birbirini tanımasa da aynı zehirli dikenlerle yaralanmış, aynı lanetli geceleri yaşamış insanların birbirini bulduğu andaki korkudan kararmış gözleriyle baktık birbirimize. Ve anladık. Birbirimizi çok iyi anladık.
Aniden keşişlerin ilahileri yükseldi, sesleri vahşileşti. Bakır taslardaki şarabı dikip birer yudumda içtikten sonra elleriyle çıplak taş zemine vurarak eğilip kalkmaya ve hayvani çığlıklar atmaya başladılar.
Tak.
Islak tavandan aşağıya inen kıldan ince bir zırh kadını ortadan ikiye böldü.
Ve ölüm sessizliği.
Mumlar söndü. İlahiler ve çığlıklar kesildi. Keşişler zırha taparcasına yerlere kapandı. Taş duvarlarda yankılanıp etrafta başıboş dolaşan kan damlaları nefret dolu bir hızla üzerime saldırdı. Ve Tanrı hepimizi sonsuz bir ışıkla kutsadı.
Gülümsedim.
Sonunda ait olduğum yerdeydim.
Ve şimdi av bendim…
KaraŞapka
Kaynak: http://karasapka.wordpress.com/
1 comment
Çok başarılı bir yazı.Tebrikler..