Ne kadar zamandır yatağımın üzerinde oturduğumu bilmiyordum. O berbat gecenin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen yaşamımda hiçbir şey yolunda gitmiyor gibiydi. Nereden mi anlıyordum? Eğer şarkılar bittikten on dakika kadar sonra bittiğini anlayacak kadar dalıp gidiyorsan bir şeyler yolunda gitmiyor demekti. Zaman geçtikçe kalbimdeki boşluğun üzerinin kapanacağını ummuştum fakat geçen bu yedi günün ardından anlamıştım ki bu kendime söylediğim kocaman bir yalandan ibaretti. Onun yokluğunu fazlasıyla hissediyordum. Bir kadının bir adama onsuz yapamayacağını düşündürtecek kadar bağlanması bir acizlik miydi bilmiyorum ama elimden bir şey gelmezdi. Bir şekilde yaşanıyordu. Yani ben yeterince üstesinden geldiğimi düşünüyordum. Açık pencereden içeri giren rüzgar yatağımın üstündeki düş kapanının tüylerini havalandırdı. Bunu dört gün kadar önce Doğa, kabuslarımı engelleyeceğini düşünerek hediye etmişti fakat çok da işe yaradığı söylenemezdi. Rüzgarda hafifçe oynaşan tüyleri izlerken derin düşünceler zihnimi sarmaladı. Hepimizin bir kaderi mi vardı yoksa hepimiz rüzgarda bir tüy gibi uçuşuyor muyduk?
1 Hafta önce…
“Bitti…”
Sadece beş harf yan yana gelip nasıl bu kadar acıtabilirdi bir insanın canını? Ya da şöyle sormalıyım, kelimelerin verdiği acının yanında fiziksel olanlar nasıl bu kadar güçsüz kalabilirdi? O an bunun gibi, aklımdan geçen binlerce soruyu ona sormak istedim ama yüzündeki buz gibi ifade karşısında tek kelime dahi edemiyordum. Kimdi bu adam? Yüzüne haykırmak istedim. “Sevgilim, sen ne zaman bu kadar değiştin de ben göremedim?” Ama yapamadım, sustum çünkü yüzündeki ifadeden daha soğuk bir ses susturdu beni. “Zaten hiçbir zaman gerçek olmamıştı ki. Sana bir yalanı yaşattığım için üzgünüm.” Hangisi daha çok yıkardı bir insanı; bulutların üzerinde uçtuğu, hayatımın en güzel, en mutlu dönemi diye adlandırdığı dönemin sona ermesi mi yoksa aslında böyle bir dönemin hiç var olmayıp, bir yalandan ibaret olması mı? Keşke sorularıma cevap verebilecek birini bulabilseydim.
Acı insanı büyütür derlerdi. Doğru. Ondandı kendimi bu denli yaşlı hissedişim. Ben yere çöküp hıçkırarak ağlama isteğime zar zor dayanırken o karşımda dimdik duruyordu. Niye çekip gitmiyordu? Ne söylememi bekliyordu? İçimde en ufak bir güç kırıntısı sezdiğim anda parmağımı kaldırıp ona doğrulttum ama bir şey söyleyemiyordum. Sanki ağzımı açtığım anda kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağlayacakmışım gibi hissediyordum. Fakat artık çok geçti. Gözüme dolan göz yaşları görüşümü kapatırken gözlerimi kırptım. Sıcak gözyaşlarımın buz kesmiş tenimden aşağı süzülüşünü hissetmeye odaklandım. Ne salonda bizi izleyen yüzlerce kişi, ne de bizi kayda alan magazin ve telefon kameraları umrumdaydı. Evet, ağlıyordum ama ağlamak kimi zamanlar güç anlamına geliyordu ve şu an buna ihtiyacım vardı. Ellerini yanaklarıma koydu ve tekrar üzgün olduğunu fısıldadı. Yüzümü hemen ellerinin arasından kurtardım. Ona inanmıyordum. Üzgün olsaydı benle bun şekilde oynamazdı.
Artık söyleyecek bir şeyi kalmamış olacak ki uzaklaşmaya başladı. Bu sefer ben izin vermedim. Biraz önce sahnede bana verilen ödüle son bir kez baktım. Hayır düşündüğünüz gibi ödülü kafasında parçalayacak değildim. Gerçi yapsam bile benimkinden fazla acımazdı ki canı. Ödülün üstündeki yazıyı fazla sesli okuyunca durdu. “En iyi oyuncu ödülü!” Yanına ilerleyip ödülü göğsüne bastırdım ve gözyaşlarımın arasından gülümsedim. “Al! Sana daha çok yakıştı.” Bir anlığına gözlerinde acı gördüğümü sandım ama hemen kendimi uyardım. Bu adam iki yıl boyunca gözlerinde aşkı gördüğümü sandığım adamdı. Çıkışa doğru ilerlerken ardımdan seslendi. “Lütfen unut artık. Kendin için…” Arkam ona dönüktü fakat gülümsedim ve salondan çıktım. Unut demişti. Öl deseydi böylesine acır mıydı içim?