Benim doğduğum memlekette insanlar birbirlerine portakal ikram ederdi, değerliydi. Sabahları gök gürler öğleye doğru güneş çıkardı . Hava genelde sıcaktı ve insanlar nasibini almıştı. Benim büyüdüğüm semt – aklımdaki semt tabirine kesinlikle uymuyor – şehrin merkezine uzakta kenarlarda bir yerdeydi. Sık sık kesilirdi elektriklerimiz, yeterli elektriği alamazdık. Asfaltsız yollarımız bol topraklıydı, küçükken bu açığı kapatmaya yönelik olduğunu düşünmüşlüğüm oldu.
Tüm aile soba etrafında birleşir halk hikayeleri dinlerdik. Büyüklerimizden mutlaka bir şeyler anlatan çıkardı. Üzerine portakal kabuğu koyardık sobanın kokusu yayılırdı odaya , alev odayı aydınlatırdı. Tabi buna destek olan, ayakları altında cennet gizleyen annelerimizin sözleri de vardı. ‘Aman oğul dilini sıkı tut ‘ bir numaralı öğüttü . El alem ne der düşüncesi insanların çoğunda olduğu gibi bizde de fazlasıyla vardı. El alem hep bir şeyler derdi. Anlamadığım neden hep insanların olumsuz eleştirilerinden çekinirken; kendilerinin, komşu çocuklarına bir kutsal kitabı övercesine methiyeler dizmeleriydi. Daha nice bilinmezliklerle büyüdüm, büyüdük .Yine de Pollyanna’yı kıskandıracak kadar vardı bardağımızın dolu tarafı . Karşı bahçedeki çimen daha yeşil gelirdi aynı zamanda birbirimizin külüne muhtaçtık .
Sonra mı ?
Ne bardak kaldı ne kül ne çimen … Evler yükseldi, alçak olanlar değer kaybetti. Güneşten (bakı) ötürü alçakta yaşayanlar yüksektekilere kin besledi. Yüksekte olanlar birleşti ve sorunlar büyüdü koca bir apartmanda …
Neden yazdım bunları bilmiyorum ama bunlar , yazdıklarıma ve yazacaklarıma etkisi olan veya etkisi olma ihtimali olan bazı yaşanmışlıklar , yaşanmamışlıklar ise yazıların kendisi . Ben yaşanmamışlıkları yazma taraftarıyım .
Sanatı toplum için yapmalıyım, derdim. Toplumu düşündüm , vazgeçtim (!)
Barış Güçlü