İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler ve bilcümle varlıklar arasındaki ayrımların yasalarla ortadan kaldırılışının on ikinci yılıydı. İnsanın koordinatör rolünü üstlendiği bu eşitlikçi dünyada her varlığın doğası yasalarla belirlenerek koruma altına alınmıştı. İlk günler, haberleri olmasa da, bu yeni bireyler için oldukça mutlu geçiyordu. Durumdan memnuniyetleri yasalarla belirlenen insan varlıklar tarafından uygulanan testlerle belirleniyordu. Ölçümler sonucunda yunuslar artık havuzlarından çıkarılmıştı örneğin, sirklerin kapılarına kilit vurulmuştu. Elbette bitkiler de koruma altındaydı. Herhangi bir bitkinin yakılarak tüketilmesi Bitki Hakları Kanununa göre suç teşkil ediyordu ve cezalandırılmalıydı. Bitkilerin ifadeleri ise, belli başlı iletişim sorunlarından dolayı yasalarla belirlenen testler doğrultusunda alınabiliyordu. Ağaç kesmek yasak olsa da, bahsi geçen yasaların toplam ağırlığı yaklaşık iki ton çekiyordu ve tümü çevrimiçi olarak mevcuttu. Ya bakteriler? Onların da hakları vardı. Ölçümler çerçevesinde kolonileştirilebilir bedenler testlerle belirleniyor, bakteriler teker teker bu bedenlere transfer ediliyordu.
İnsan doğası üzerine gerçekleştirilen çok uzun tartışmalardan sonra insana koordinatör rolü uygun görülmüştü. Ne de olsa, insan, varlıklar arasındaki eşitliğin garantisiydi ve diğer varlıklar üzerindeki tahakkümünden vazgeçerek onlara haklarını teslim etme yüceliğini göstermişti. Diğer türlerin rızasına da başvurulmuştu elbette. Bilinen varlık türlerinin hepsinden bir örneklem alınmış, belirli bir süre boyunca, çıkarılacak yasaların koşullarında yaşamaları sağlanmış, sonuçlar ölçümlere göre olumlu bulunmuştu. Bu muhteşem sonuçlar üzerine Birleşmiş Varlıklar Konseyi kurularak tüm canlılar üzerindeki ayrımlar sonsuza kadar kaldırılmıştı. Ancak her varlık doğasına uygun davranmak durumundaydı. 47621 sayılı Kuşların Mevcudiyet Haklarının Takriri Hakkında Kanun uyarınca, kuşların doğası ‘uçmak’ olarak belirlenmişti. Uçamayan Kiwi kuşları ise azınlık statüsünde koruma altına alınmışlardı. Bu yasa onaylandığında laboratuvarlarda büyük bir alkış kopmuştu—ölçümler böyle söylüyordu.
Sosyal hayat elbette biraz daha karmaşık bir hal almıştı. Doğalar zaman zaman birbiriyle çelişiyordu; neyse ki bu durum genel düzeni bozmadığı sürece bir zenginlik olarak düşünülmekteydi. Fakat yasalar oldukça kesindi: “Doğasına aykırı hareket etmediği sürece her varlık özgürdür. Bir türün doğasının başladığı noktada diğer türün doğası sona erer.” Böyle diyordu yasalar.
Sevgili dostlarım, size bu kadar bilgi vermemin elbette bir nedeni var; zira kötü ölçümler vermenizi istemem. Unutamadığım bir dava var; yazımın başında bahsettiğim gibi, ayrımların kaldırılmasının on ikinci yılında görülmüştü. Söz konusu davanın tarafları, insan türünden Salih Bey ile kuğu türünden Zarif arasında geçmişti. “Geçmişti” dediğime bakmayın aslında; Salih Bey, ısrarla doğasına uymayan davranışlar sergilediği gerekçesiyle Zarif’i oturduğu binanın çatısındaki paratonere asmak suretiyle idam etmişti. Bu davada esastan suçlu bulunan taraf Zarif idi, çünkü doğasına aykırı hareket etmiş, yeterince zarif davranmamıştı. Kanatlarını açmıyormuş—Salih Bey ifadesinde bu hususun altını özellikle çizmişti. Zarif’in aykırı hareketleri haftalık ölçümlerle sabitti. Ancak koordinatörlük görevleri kapsamında Salih Bey diğer varlıkları içeren pek önemli görevleri ifa etmekte olduğundan dolayı ölçümleri alınamamış, ifadesi yeterli bulunmuştu. Rüzgâr kayıtları incelendiğinde de sonuçlar pek aydınlatıcı değildi. Boynu ile yirmi dört derecelik açı yapan kuzey rüzgârının Zarif’in ölümüyle herhangi bir bağlantısı yoktu, zaten fail gerçekleştirdiği eylemle ilgili olarak İlçe Varlık Koordinatörlüklerine gerekli bildirimleri yapmıştı.
Zarif’in söz konusu paratonerden indirilmemesinin bir nedeni vardı. Dava tam da bu yüzden Salih Bey’in lehine sonuçlanmıştı; Zarif’in süzülen cesedinin etrafında yapılan ölçümler müspet bulunmuştu.