Ne zaman elimi kalbime götürsem sesini duyarım parmak uçlarımda…
Sabah 09.30 sularıydı. İlk defa seni orada, o durakta otobüsünü beklerken görmüştüm. Bunu sana desem inanmazsın ama gerçekten hayatımda ilk kez böyle hissetmiştim. İlk kez bir insan beni bu kadar etkilemişti. Yaşadığım hayata bakılırsa sokakta yaşayan, sağdan soldan bulduğu yemeklerle karnını doyuran, sahaflarda bulduğu kitapları okuyarak hayatını geçiren bir insan olmam sebebiyle iki farklı dünyanın insanı olmamızı anlamak çokta zor değildi. Her gün seni takip ettim. İşim yoktu ne de olsa…
O işte yetişmeye çalışan tatlı heyecanın görülmeye değerdi. Bunu etrafında kimse farketmiyordu ama ben farkediyordum. Sanırım taktığın mavi fuları da öyle… Bunaltıcı havanın etkisiyle sıcakladığında çantanın ucuna sıkıştırdığın fuların düşmüştü bir keresinde. Seni uyarıp bunu söyleyebilirdim. Fakat pek huyum olmasa da sana söylemeyip sen gittikten sonra o fuları kendime almıştım. Kokunu ilk defa orada tanımıştım. Parfümüne bakılırsa bol maaşlı bir işte çalışıyordun. Bu, şimdilik merakımı gidermeye yetmişti. Acaba hayatında bir erkek var mıydı? Eğer varsa çok şanslı olduğunu bilmeliydi. Saçlarını okşamanın eşsiz keyfine varmalıydı. O ipek saçlarını…
Hüzünlü bir şarkı çalardı sen geçerken önümden. Önümde sana pürdikkat bakan beni farketmezdin sense… Sen önümden geçerken aşkın her sabah yeniden doğardı prenses. Yeni günün ışıklarıyla birlikte senin aşkın da yeşerirdi içimde. İçim içime sığmazdı.
Keyfime değecek olmazdı işte o an. Dudaklarımda bir ıslık seni sayıklardım…
Ansızın bir gün yok oldun. İlk gün işin çıkmıştır gelememişsindir diye düşündüm. Bir, iki, üç, dört derken tam bir hafta olmuştu seni görmeyeli. Aşkın her sabah yeniden doğmuyordu artık prenses. Sana olan aşkım acıya dönüşüyordu gün geçtikçe… Seninle birlikte gökkuşağı olan hayatım artık sadece siyah beyaz bir hal alıyordu. Engelleyemiyordum. Kasvetimde boğuluyordum. Adını bile bilmediğim seni bir kez daha görsem, bir saniye bile olsa görsem işte o zaman rahatça ölebilirdim… Ve bundan hiç muzdarip olmazdım. Bir kez olsun nerede olduğunu, kiminle olduğunu öğrensem bu da yeterdi bana. Tüm bu arzularıma rağmen seni görmeyeli yirmi yedi gün olmuştu… Her gün için bir taş atmıştım denize. İstersen binlerce, milyonlarca taş atayım deniz yine alırdı o taşları. Asla geri çevirmezdi. Bilirdi çünkü, bir gün geri geleceksin, yine geçeceksin önümden. Yine bu şehrin griliğine inat gülümseyeceksin herkese, belki bana bile… Kaldırımlar bile özlemiş seni biliyor musun? Kuşlar bile özellikle de sahilde uçuşan martılar. Sen varken cıvıl cıvıl öten bu beyhude martılar sen gittikten sonra bir hüzünlü öter oldu… Yokluğunda deniz bile soldu. Başka bir şekilde vuruyor dalgalar, hiç olmadıkları kadar isteksiz. Bu şehir seni özledi. Sen gideli kırk üç gün oldu…
Kitapta okumuyordum artık. Seni bir defa görsem, iyi olduğunu, hala aynı tutkuyla gülüyor olduğunu bir görsem; son nefesimi versem de farketmez. Takvime bakıyorum o sıra. Sen gideli elli beş gün oldu…
Yine bir gün seni düşünerek karşıdan karşıya geçerken fütursuz bir araba aniden bana vuruyor. O an belimde ince bir sızı hissediyorum. Yığılıyorum yere. İnsanlar başıma toplanıyor. Gözlerim yine seni arıyor, yoksun. Küçük bir baygınlık geçiriyorum. Gözlerimi açtığımda hala olduğum yerde fakat yanımda ambulans görevlilerini görüyorum. O küçük aralıkta seni buluyorum. Yaralıyı kaybediyoruz diye bir ses duyuyorum o sırada. Gözümün önünde hala sen varsın sanki beni tanıyor gibi endişeyle bakıyorsun. Ellerimi uzatsam tutacağım belki ellerini ama olmuyor yapamıyorum, yetmiyor gücüm… Gözlerimi kapatmadan önceki son sözlerim ise şunlar oluyor;
– Konuşmayı beceremem ama, anladın dimi? Canımsın be, güneşimsin. Havamsın!..