Bak, şu deniz kenarındaki mavi sandalye senin.
Karşısındaki de benim.
Ortalarındaki mavi masaya da
tüm vasıflarını dizdim.
Geç, otur, senden konuşacağız bu sefer.
Yok, yok. Ben almayayım.
Ben, ben kendimden geçtim.
Sen gündüzleyin de güzelsindir
—eminim—
ama gece başka güzel.
Yakamoz utanır saçlarından,
ay çekinir simandan,
akşam kızılı imrendi de dudağına
çekildi dağların ardına.
Şimdi dalgalar uzanmak ister bacaklarına.
Senin yirmi beşine
mevsimler var şimdi. —Kimsenin bilmediği mevsimler—
Yirmili yaşların en güzel rengindesin;
hünnabın kızılısın biraz,
biraz ikindinin sarısı.
İlkyazın yeşili de var sende
—gözlerinde pare pare—
sevdanın karası da.
Ben mi? Benden konuşmuyoruz bu sefer.
Ama ben de biraz
külhani moruyum Baba’dan.
Boynundan süzülen erdem
yüreğime dokunur şimdi,
sırça kırıkları gibi.
Mağrursun
limandan ayrılan şu yandan çarklı vapur gibi.
Sana da biraz doluyum;
yok, yok, benden konuşmuyoruz bu sefer.
Bak bunlar da peltek sözcüklerin.
Not ettim hepsini.
Bunlar… Bunlar dudakların.
Peltekliğine mağlup olan,
öpülesi.
Dur, dur!… Dur, şimdi seni öpemem.
Utanırım sahilden, denizden, iskeleden,
boynundan süzülen erdemden.
Hem bakarsan aslına,
gömdüm ben sana olan sevdamı
bir bayram sabahına.
Yok, yok. benden konuşmuyoruz bu sefer.
Bak, şunlar hayırsızlığın, vefasızlığın…
Şu ketumluğun;
“Anlatırım bir ara.” dediğin.
Aaa, onlar mı?!
Onlar avuç avuç yanakların.
Hatırına sürreal şiirler yazdığım.
Bak, bunlar ise ütopik gökler,
zihnimden dize aralarına doğurduğum,
hep istediğin.
Yok, yok, benden konuşmayacağız bu sefer.
İşte! İşte, bu en güzeli;
gülüşün…
Bak, bak, yanındaki de kahkahan.
Öyle saf, öyle munis
lakin başkasına ayırdığın.
Soğuk, yavan sözcüklerin de şurada olacaktı, dur.
İşte, al!
Mahkum değil miyim sana?
Al, onlarla beni vur!
Yok, yok, benden konuşmuyoruz bu sefer.