Nasıl tekrar ayağa kalkıp bavulumu da yanıma alarak koştuğumu bilmiyordum. Zaman kavramını yitirmiş gibiydim. Yaşananları takip edemiyor, algılayamıyordum. Tek yapabildiğim koşmaktı. Bacaklarımdaki bu gücün nereden geldiğini bilmiyordum. Fakat adrenalini her hücremde hissedebiliyordum. Dizlerimin ve alnımın kanadığının farkındaydım ancak acı duymuyordum. Tek isteğim bir an önce bana yardım edebilecek birilerini bulmaktı.
Yüzümü kesen rüzgar yanımdan ıslık çalarak geçiyor, yeniden yağmaya başlayan yağmura eşlik ediyordu. Koşarken bastığım su birikintileri pantolonumu çamurlu bir suya bulamıştı. Soğuğun iliklerime kadar işlediğini hissedebiliyordum.
İkinci inşaatın planınında birincisi gibi olmasını umarak içeri girdim. İlk on saniyemi gözlerimin karanlığa alışmasına ayırdıktan sonra birinci inşaatla aynı plandaki binadan dikkatle çıkarak toprak açıklıkta koşmaya devam ettim. Arkamdan gelen ayak seslerini duyabiliyordum. O an binadaki tanıdık kokuyu hatırladım.
Tiner.
Şu an kaçmakta olduğum kişinin bir tinerci olabilme ihtimali aklıma geldiğinde tekrar kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmediğimi düşündüm.
Bir süre arkama bakmaya fırsat bulamadan koştuktan sonra caddeye gelmiş sayılırdım. Fakat hiçbir zaman benden yana olmayan şansım, yine benden tarafta değildi. Biraz önce araba kaynayan cadde bir anda boşalmıştı.
“Hayır, hayır…” diye mırıldanırken gözyaşlarım akmaya devam ediyordu. Durmayıp koşmaya devam ettim ve sokak lambalarının aydınlattığı binalara baktım. Hiç kimse mi dışarıda olmazdı? Bir insan bulabilme umuduyla cadde boyunca koşabilirdim fakat geçen her dakika o bana daha çok yaklaşırken bu mantıklı olmazdı. Gitgide bana daha fazla yaklaştığını hissediyordum. Koşarken ayakları altında ezilen taşların sesini duyabiliyordum.
Caddeye ayak bastığımda artık ne yapacağımı biliyordum. Sağ ve sol tarafımda olmak üzere uzanan binaların kapılarına baktım. Bana en yakın olan sağ taraftaki binanın kapısı aralık gibi gözüküyordu. İçimdeki umutun son kırıntılarını da kullanarak yönümü binaya doğru değiştirdim. Alnımdaki acı yavaş yavaş kendini belli etmeye başlamıştı.
Kapısı açık olan kahverengi binanın önüne geldiğimde soğuktan çatlamış ellerimle bahçe kapısını açmaya çalıştım. Bunu yaparken büyük bir gürültü çıkarmış olsamda kimse pencereden kafasını uzatıp bakmadı. Kapıyı açıp yanları solmuş çiçeklerle süslenmiş yolda yürüyüp aralık olan kapıya ulaştığımda arkamı döndüm. Aramızda en fazla iki-üç metre vardı. Ellerim heyecanla titrerken ağır olan demir kapıyı zorlukla itip bavulumu içeri fırlattım. Tam içeri gireceğim sırada o da kapının önüne gelmişti. İçeri girip kapıyı kapatmaya zorladığımda artık o da benimle birlikte kapıyı zorluyordu. Fakat kapı otomatik olarak kapananlardandı ve bu benim işimi kolaylaştırıyordu.
Gücümün tamamını harcayıp kapıyı büyük bir gürültüyle kapattığımda gözyaşlarım akmaya devam ediyordu. Bir süre pes etmeyip kapıyı sarsmaya devam etti. Geri çekilip onu izlemeye başladığımda birinin gelip kapıyı açmaması için dua ediyordum. Daha fazla kaçacak gücüm kalmamıştı. Biraz sonra kapıyı sarsmayı bırakıp buzlu camın ardından içeriyi izledi. Tam karşımda dikiliyordu. Sanki beni görebiliyormuş gibi uzun uzun inceledi. İçgüdüsel olarak birkaç adım geri gidip izlemeye devam ettim. Biraz yaklaştıktan sonra öfkeyle kapıya bir tekme atıp gözden kayboldu. Kapının çıkardığı sesle ellerimi kulaklarıma bastırıp duvara yaslandım. Boğazımdan yükselen hıçkırıklar sonunda serbest kaldığında ayakta durabilecek gücü kendimde bulamadım. Duvara dayanarak yavaşça yere çöktüm. Dizlerimi kendimi doğru çekip başımı koyduğumda saçlarım yüzümü örtüyordu. Gözlerimi kapatır kapatmaz gördüğüm görüntü hızla başımı kaldırmama yetmişti. Kan çanağını andıran gözleri tekrar görmek beni korkutmuştu.
Alnımın kanadığını hatırladığımda parmaklarımı alnımda gezdirdim. Alnımın sol tarafında, şakağıma yakın bir yerde durup parmağımı yaranın üzerinde gezdirdim. İnşaattan yuvarlandığım sırada bir taş kesmiş olmalıydı. Çok büyük bir yara değildi. Fakat sol yanağımın kana bulanmasına yetmişti.
Başımın ağrısını geçirebilirmiş gibi alnımı ovarken yüzümü buruşturdum. İlk günümün bu kadar kötü geçeceğini düşünmemiştim. Yere çarpıp parçalanan bir cama dönüştü bir an hayallerim. Çıkan ses kulaklarımda yankılandı. Her zaman ki olduğu gibi ayağa kalkıp parçaları birleştirmek için ilerledim. Fakat ayaklarımı kesen cam parçaları beni durdurdu. Ayağımı kaldırdığımda yerde kan vardı. Başımı kaldırdığımdaysa babam karşımda duruyordu. Her zaman ki gibi kaşlarını çatmış beni izliyordu. Kollarını birbirine bağladıktan sonra kafasını hafifçe sağa sola salladı. “Başaramayacaksın Sara.” Sesi bir fısıltıdan farksızdı. Ardından o günkü görüntüsü geldi gözlerimin önüne. İş çıkışı çıkarmaya vakit bulamadığı takım elbisesinin beyaz gömleğinin birkaç düğmesi açıktı. Bollaştırılmış kravatı boynundan öylece sarkıyordu. Sinirlendiğinde parmaklarını gür ve kısa saçlarının arasından geçiriyordu. Asıl her şeyi yansıtansa gözleriydi. Ela rengindeki gözlerinin koyulaştığını görebiliyordum. Öfke kadar çaresizlikte vardı gözlerinde. “Cidden öğrenince ne yapacaksın ki?” diye bağırışını duyabiliyordum. “Onun yanına mı gideceksin?” Gözlerimdeki kararlılığı gördüğündeyse bir an sadece beni izlemişti. Ne kadar yorulup yıprandığını görebiliyordum. Derin bir nefes alıp konuşmaya başladığındaysa sesi artık daha kısık çıkıyordu. “Sen nankörün tekisin Sara.” Yutkunduktan sonra bağırarak tekrarlamıştı aynı cümleyi. “Sen gerçekten nankörün tekisin!”
Ağlamam şiddetlendiğinde hıçkırıklarımı bastıramıyordum. Sonunda nefessiz kalacak gibi olduğumda kafamı kaldırıp uzun bir süre öylece durdum. Akrep ve yelkovanın birbirini ne kadar süredir kovalayışından habersiz, hiçbir şey hissetmeden geçirdiğim saatlerin sonucunda kafamı biraz olsun toparlayabilmiştim. Kendimi yalnız ve çaresiz hissetmemi sağlayan düşünceler beynimi tekrar istila etmeye başlamıştı. Kollarımı bedenime sararken kendime hatırlattım.
Ne kadar kötü zamanlar geçireceğinin bilincinde bu yola çıktın. Şimdi dayanmak zorundasın.
Tekrar gözlerimi kapattığımda zamanımın çoğunu geçirdiğim denge tahtasının üzerinde oturuyordum. Gözlerim ağlamaktan hafifçe kızarmıştı. Annem karşımda duruyordu. Ellerimi ellerinin arasına almış gözlerime bakıyordu. “Başarabilirsin Sara, kendine inan kızım.” Benliğimde bulunan bir başka anı da buydu. “Karşına çıkan engeller ne kadar büyük olursa olsun, asla pes etme. Koşmaya devam et.”
Ellerimi kavuşturup birbirinden güç alabilirmişçesine sıktığımda mırıldandım. “Asla pes etme.” Duvardan yardım alarak ayağa kalktığımda yavaş yavaş güçlenmeye başladığımı hissedebiliyordum. Çantamdan bir peçete çıkarıp alnımı silmeye başladığımda burnumu çektim. Ağlamamalıydım. Bir an önce kalacağım otele ulaşmam gerekliydi.
Bir kısmı kurumuş olan kanı alnımdan arındırabildiğimde kapıyı açmak için hareketlendim fakat sonra durdum. Çıkmamı bekliyor olabilir miydi? Buradan uzaklaştığını görmüştüm fakat bir duvarın arkasına saklanmış olabileceğinden şüpheleniyordum. Arkamı dönüp kapıların ardındaki insaları düşündüğümde yardım isteyip isteyemeyeceğimi düşündüm. Bana nasıl bir yardımları dokunabilirdi ki? Polisi arayıp beni daha da zor duruma sokmaktan başka bir şey yapmazlardı. Derin bir nefes alıp kapıyı açtığımda önce dışarıyı izledim. Görünürlerde hiç kimse yoktu. Bavulumu itip dışarıya çıktığımda şüpheyle etrafıma bakındım. Kalbim hızla atmaya devam ederken bahçeden hızla çıktım ve caddenin aşağısına doğru adeta koşar adımlarla yürümeye başladım. Yağmur tamamen dinmiş, ardında boğucu bir hava bırakmıştı. Ne kadar bu kokuyu sevmesemde tiner kokusundan daha iyiydi.
Yolun devamını çevremi kolaçan ederek bitirdiğimde sola dönmem gerektiğini hatırladım. Tekrar bir yanlış yapmamak için emin olduktan sonra sol taraftaki caddeye doğru yürümeye başladım. Kaçış esnasında yere düşen telefonumu anımsadığımda arka cebime uzandım. Telefonu gördüğümdeki sonuç tam bir hayal kırıklığıydı. Görüntü cidden çok kötüydü. Neredeyse tüm ekran çatlamıştı. O an ekran koruyucusu almadığım için kendime kızdım. Telefonu sürekli olarak düşürenlerden değildim ve almaya ihtiyaç duymamıştım. Şimdiyse her an her şeyin olabileceğini düşünüyordum.
Hiç beklemediğin bir zamanda kendini tinerciden kaçıyorken bulabilirsin.
Telefonu açmaya çalıştığımda hala çalıştığını fark etmek beni mutlu etmişti. Derin bir nefes alıp telefonu çantama attım ve kalacağım otele doğru yürümeye devam ettim.
On beş dakikalık bir yürüyüşün ardından kalacağım otelin önüne gelmiştim. İnternette göründüğünden ne kadar farklı olduğunu düşünürken bakımsız bahçeye girdim. Kaldırım taşlarıyla dizili kısa yolu yürüyüp kapıdan içeri adımımı atmamla sıcak hava dalgası beni kucakladı. İçeri girdiğimde çok korkunç gözüküyor olmalıydım ki birkaç kişi tarafından dönüp uzun uzun incelenmiştim. Gözlerini üzerimde hissederken kafamı öne eğerek mümkün olduğunca hızlı adımlarla görevli masasının yanına yaklaştım. İnternetten almış olduğum odanın numarasını verip anahtarı aldığımda koşar adımlarla merdivene doğru ilerledim. Tek isteğim bir an önce kendimi atabileceğim bir yatak ve bir duştu.
Merdiveni tırmandıktan sonra duvarları eskiden beyazmış görünen, dar bir koridor beni karşıladı. Duvarlar sararmıştı ve alt kısımları ayakkabı izleriyle doluydu. Kısa koridorun bitiminde bir pencere ve onu örten krem rengi kırışmış bir perde vardı. Hemen sol tarafındaysa merdivenler bir üst kata uzanmaktaydı.
Otelin garip planını incelerken yanımdan geçen birinin sertçe omzuma çarpmasıyla kaşlarımı çatarak arkama döndüm. Fakat o arkasının bile dönmemiş yürümeye devam ediyordu. Omuzları geniş, boyu kısa, saçları griye yakın bir sarı rengindeydi. Neredeyse kazınmıştı. Boynu o kadar kısaydı ki kafası ile vücudu neredeyse bir bütün gibi görünüyordu. Elinde tuttuğu telefonu kulağına doğru götürdükten sonra koridorun sonundaki odaya girdi ve kapıyı çarparak kapattı. Adama bir anlam veremezken kendi odamı aramaya devam ettim. Odamın koridorun sonundaki ikinci oda olduğunu fark ettiğimde omuzlarım düştü. Henüz adamı tanımıyordum fakat çok da duyarlı olmadığını şimdiden öğrenmiştim. Fazla ses çıkarmamasını umarak anahtarı deliğine sokup çevirdiğimde kapı açılmadı. Yavaşça kaşlarımı çatarken kapıyı zorlamaya devam ettim. Fakat kapı açılmıyordu. Enseme çarpan sıcak bir nefes korkuyla sıçrayıp yana kaymama neden olurken korkudan yuvalarından fırlayacakmış gibi görünen gözlerimi nefesin sahibine diktim. Burun buruna geldiğimizde hızla bir adım geri attım. Adıdımla birlikte soğuk duvarla sırtımın buluşması beni iyice korkuturken atabileceğim en dehşet bakışlardan birini adama gönderdim. Fakat bu onun umurunda gibi görünmüyordu.
Boyu o kadar uzundu ki, en az 1.90 olduğunu garantileyebilirdim. Saçları uzun ve dağınıktı. Boynuna kadar uzanan sakalları birkaç gündür tıraş edilmemiş gibi görünüyordu. Yukarıdan gelen sarı ve loş ışık buradan bakınca kirpiklerinin göz altlarında gölgeler oluşmasını sağlıyordu. Kaşları farklı bir şekilde kalındı ve sağ kaşının sonunda oka benzeyen bir piercing vardı. Diğer kaşındaysa bir çizik. Altında dizleri solmuş siyah bir kot pantolon, üstündeyse kırmızı, siyah yazılarla STAR WARS yazan bir tişört vardı. Tişörtün üstünde siyah, solmuş bir kopüşonlu ceket vardı. Elleri cebinde ve ağırlığını sağ ayağına vermişken çok serseri ve itici bir havası vardı.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen?!” diye tıslamayla karışık bağırdığımda yüzünde yamuk bir gülümseme belirdi. Laubali bir tavırla “Yardım etmek istedim.” dediğindeyse elimi sinirden yumruk yapmıştım. Eliyle beni hafifçe itip anahtarla kapıyı rahatlıkla açtığında şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Ne zaman anahtarı elimden almıştı ki? Fark etmemiştim bile. Muhtemelen usta hırsızlardan biriydi ve odaya girdiğimde cüzdanımı kontrol etmem gerekebilirdi. Kapıyı açıp içeriyi gösterdiğinde önce bavulumu sonraysa kendimi içeri atıp kapıyı hızla kapattım. Kapının çarpmasıyla birlikte tahta pervazın duvara montelendiği kısımdan sesler geldi.
İç sesim “Kaldığın otel işte bu kadar sağlam, harika!” dediğinde boğucu bir koku beni karşılarken bavulumu yere koyduktan sonra kapının yanındaki anahtar boşluğuna anahtarı yerleştirip ışığı açtım. Arkamı döndüğümdeki görüntü ağzımın açık kalmasına yetmişti. Ellerimle saç diplerimi kavrarken sinirle çekiştirdim. İnternette göründüğünden o kadar farklıydı ki!
Sinir ve yorgunlukla alnımı ovmaya devam ederken yatağa oturdum. Elimde uzun süredir sıktığım anahtarı fark ettiğimde kısa süreli bir şok yaşadım. Kapıdaki adam hiçbir zaman elimdeki anahtarı almamıştı. Çünkü aynı anahtardan onda da vardı! Sinirle yatağa bir yumruk indirirken gözlerim dolmaya başlamıştı.
İlk günüm bu kadar kötü geçmek zorunda mıydı? Gözyaşlarımı daha fazla tutamayacağımı anladığımda yatağa uzandım ve ağlamaya başladım. Hıçkırıklarım yükselmeye başladığımda kolumla ağzımı kapattım ve bir süre sadece ağlayarak uzandım. Bu yola çıkarken üstlenmiş olduğum yükün altında ezildiğimi şimdiden hissedebiliyordum. Neden bu yola çıktığımı tekrar sorguladım kendi kendime. Yaşamım boyunca hiç sorgulanmadan hasır altı edilmiş olaylar hep ilgimi çekmişti. İnsanların bunları hiçbir şey yapmadan kabullenmelerini anlayamıyordum. Kendilerine bir sınır çizmişlerdi ve bundan ötesi yoktu. Kimse bu niçin böyle diye sorgulamıyordu çünkü öyle olmak zorundaydı. Bense bunu kabullenemiyordum.
Anne ve babamın bana yaptığı şeyde buydu. Yıllardır bazı önemli noktaları hasır altı ediyorlardı. Sorgulanmasına, deşilmesine ise izin verilmiyordu. Şimdilik açıklık getirebildiğim tek şey bu iken göremediğim birçok önemli noktanın olduğunu biliyordum. Benim tüm yaşamımı etkileyen bu olayı ve gerçek babamı öğrenmek için çıktığım bu yol bir an gözüme çok saçma göründü.
Sağlam ipuçları olmadan atıldığı yolculuğunda ilk günden küçük bir engele takılıp düşen zavallı bir kız.
“Hayır.” diye mırıldandım yine kendi kendime. “Bunun böyle olmasına izin vermeyeceğim.” Göz yaşlarımı elimle sertçe silerken oturur pozisyona geldim. “Bunun böyle olmasına izin vermeyeceğim.” diye tekrarladım. Kendime güçlü olmak için verdiğim onca sözü hatırladım. Gözlerimi kapattığımdaysa Mısra’yı görüyordum.
İstanbuldaki son günümde nadiren yaptığı gibi gelip kapımı çalmıştı. İçeri girdiğindeyse gözlerinde bana karşı ördüğü duvarı yansıtan hiçbir iz yoktu. Yatağımın diğer tarafına oturduğunda bir süre hiç konuşmamıştık. “Biliyor musun,” diye girmişti söze. “küçükken hep sana özenirdim.” Duyduklarımla birlikte kaşlarım havaya kalkarken dinlemeye devam ettim. Bakışlarını jimnastikte kazandığım madalya ve kupalarla dolu duvara çevirdikten sonra: “Başarın, tüm zorluklara karşı güçlü duruşun…” derken duvarın diğer tarafındaki büyük boy fotoğrafıma bakıyordu. Kafasını çevirip gözlerime baktığı an “Biliyorum,” demişti. “Bazı geceler sessiz sessiz ağladığını duyabiliyorum. Sabah kalktığındaysa yanımızda gülümsemene şahitlik ediyorum.” Demişti. “Sen gerçekten güçlü birisin, bunu biliyorum.” Sessiz kalıp kafamı onun gibi büyük boy fotoğrafıma çevirmekten başka bir şey yapmamıştım.
Fotoğrafın çevresinin küçük jimnastik fotoğraflarıyla dolu olması onu ön plana çıkarıyordu. Fotoğraf her zaman katıldığım yarışmaların birinde, fotoğrafçı tarfından çekilmişti. Üzerimde siyah bir Leotard (Jimnastik Mayosu) vardı ve kollarımı kaldırmış, selam verme pozisyonundayken iyice gerilmişti. Sol ayağım poınt şeklinde arkada duruyordu. Kasılmış olan bacaklarımdaki çoğu kızın iğnerek baktığı kaslar ortaya çıkmıştı. Dimdik karşıya baktığım fotoğraf yan tarafımdan çekilmişti ve hafif tebessümüm belli oluyordu. Tebessüm etmemin nedeni performansımın güzel geçmesiydi.
“Şu an yaptığın şeyin ne kadar aptalca olduğunu düşünsemde, arkandayım.” Mısra’nın söylediklerini kaşlarım yavaş yavaş çatılmaya başlarken düşündüğümde, kaçacağımın farkında olup olmadığı konusunda kararsızdım. Ayrıca bu tür sözleri Mısra’dan ilk kez duyuyordum. Mısra hiçbir zaman sevgisini gösterebilen biri olmamıştı. Mizacı genel olarak sertti ve çoğu zaman ifadesiz gözlerle çevresini incelerdi. Ne kadar ifadesizmiş gibi görünsede, bu bakışların altında yatan zekasını fark edebiliyordum.
“Bir şey anlamıyormuş gibi davranmayı kes. Seni, senin buralardan ayrılacağını bilecek kadar iyi tanıyorum.” Gözlerimi duvardan ayırıp ona doğru çevirdiğimde o hala duvara bakıyordu. Duyduklarım karşısında sessiz kalırken, nasıl inkar edeceğimi düşünüyordum. Sessiz kalmam üzerine kafasını yavaşça bana doğru döndürüp gözlerimin içine bakmıştı. Bakışlarındaki derin anlamı şimdi bile görebiliyordum. Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerlerken arkasını dönüp “Ben senin yerinde olsaydım, aynı şeyi yapardım.” Kapıyı kapatırken “Onu bul.” demişti son kez. Kaçacağımı biliyor olabirdi, fakat nereye gittiğimi bilmiyordu.
Gözlerimi aralarken şimdi onlardan ne kadar uzak olduğumu düşünmek beni ürkütüyordu. Hayatım boyunca gerçekten yanımda olan tek kişi annemdi. Fakat şimdi o da yoktu.
Gözlerimi örten alnıma düşmüş olan saçlarımı geriye doğru iterken ayağa kalktım. Odanın berbat görüntüsünü incelerken banyoya doğru yürüdüm. Duş almaya ihtiyacım vardı. İğrenerek kapının kolunu tutup açtığımda banyoyu görmemle yüzümü buruşturdum.
Harika.
Duşa kabin ve küvetin bulunmadığı banyo ve tuvaleti incelerken midem bulanıyordu. Duvarların köşelerinde is birikmişti, yerlerde birkaç top kıl ve saç vardı. Alaturka tuvalet hiç de hijyenik gözükmüyordu. Daha önce böyle bir yerde duş almamıştım fakat şimdi başka hiçbir çarem yoktu.
Kıyafetlerimi almak için odaya döndüğümde bavulumun çizikler içinde kaldığını gördüm. Bir tarafı çamura bulanmış ve kurumuştu. Atlattığım onca şeyin arasında onu taşımak benim için ne kadar zor olsada tüm param ve eşyalarım onun içindeydi. Fermuarı açıp rahat birkaç parça eşya ve şampuan alıp kapattığımda banyoya doğru ilerledim. Banyoya girip ardımdan kapıyı kapattığımda karşımda duran içler acısı görüntüye baktım. Banyonun görüntüsü değildi bu kez içler acısı olan. Karşımda bir ayna duruyordu.
Islanıp karışmış olan saçlarım omuzlarımdan belime doğru uzanıyordu. Dizlerimden birkaç karış yukarıda olan ince, bordo montumun alt kısımları düştüğüm sırada çamura bulanmış olmalıydı. Siyah olan pantolonumun paçaları yağmur birikintilerine basmamdan dolayı çamurlu bir suyla kaplıydı. Siyah botlarımın durumuda bundan daha farklı değildi. Yüzüme baktığımda en dikkat çeken şey alnımdaki yara iziydi. Silmeme rağmen ben farkında olmadan kanamıştı. Yüzümdeki tozlar kara lekeler halindeydi. Ağlamam nedeniyle aralarında ince çizgiler oluşmuştu. Dudaklarım çatlamıştı. Gözlerime baktığımdaysa birçok şey görüyordum. İliklerime kadar hissettiğim fakat kelimelere dökemediğim bir sürü acı… Gözlerim kızarmış ve göz kapaklarım ağlamam nedeniyle şişmişti. Lacivert gözlerim her zaman ki ışıltısını yitirmişti. Uzun süre gözlerime baktığımda aklıma kan çanağı gözleri geldiğinde gözlerimi sımsıkı kapattım ve görüntünün silinip gitmesini bekledim. Fakat gitmiyordu, tam karşımda duruyordu. Görüntü adeta göz kapaklarımın içine yapışmıştı. Sonunda gözlerimi açıp kıyafetlerimi çıkarmaya başladım. Pantolonu dizlerimden sıyırdığımda tahmin ettiğim gibi bir görüntüyle karşılaştım. Sağ dizim, sola göre daha fazla yüzülmüş ve kanamıştı. Parmağımı bir süre taşların açtığı kesiklerin üzerinde gezdirdikten sonra kurumuş kanı temizlemeye başladım.
İstanbulda olsaydım daha önce birçok kez yaptığım gibi pansuman yapabilirdim. Jimnastik yaparken sağlam kalmak pekte mümkün olan bir şey değildi. Birkaç kez kolumu ve bacağımı kırmış ve çıkarmıştım. Dirseklerimin ve dizlerimin yüzülüp kanaması artık benim için doğal bir durum haline dönüşmüştü. Neyse ki acıya dayanıklı bir bünyeye sahiptim.
Dizlerimi temizleyip, duşa girdiğimde suyu ayarlayabilmek için uzun bir süre uğraştım. Fakat çabalarım bir türlü sonuç vermiyordu. Su ya çok sıcak, ya çok soğuk oluyordu. Sinirlenip soğuk suyun altına girdiğimde bedenimin ürperdiğini hissettim. Suyun soğukluğuna hala alışamazken geri çekilmedim. Bir süre sonra suyun bedenimi arındırdığını hissedebiliyordum. Gözlerimi kapatıp babamı düşündüm. Yıllar önce zorla koparıp alındığımda benden umudunu kesmiş miydi? Beni geri almak için çabalamış mıydı? Onun içindeki hırs ve arayışın sönüp sönmediğini bilmiyordum, ama benimki henüz yeşermeye başlıyordu.
Tıpkı küçük bir kibrit ateşiyle alevlenen bir yangın gibi