Öyle bir dünya yarattık ki kendimize her geçen gün birbirimize daha fazla benziyoruz. Sadece biz değil etrafımızdaki her şey her an bir birini tekrar ediyor. Bu durumun bizi getirdiği en korkunç nokta da şüphesiz kendimizden uzaklaşıyor olmamız. Hayatı anlamak ve keşfetmek yerine var olan düzeni kabulleniyoruz. Bilinmeyene ulaşma arzumuzda git gide yok oluyor. Dışlanmamak adına attığımız her adım sorgulamamıza engel oluyor. Neden böyle diye sorduğumuzda üzerimize çekeceğimiz bakışlardan korkuyoruz. Herkesle aynı kitabı okuyup aynı evlerin pencerelerinden aynı manzaralara bakıyoruz. Şöyle bir kafanızı kaldırıp bakın artık konuşmuyoruz bile. Çünkü başka şeylere kafa yoruyoruz. Paylaşmaktan daha öncelikli işlerimiz var. Kara bir kutuya bakıyoruz ve hep orada gördüklerimizi istiyoruz.
Mesela o kutuda mükemmel(!) sıfatını koyduğumuz insanlarla tanışmanın hayalini kuruyoruz.
Ama gerçek hayatta yeni bir insan tanımaya cesaretimiz dahi yok. Bize dayatılan her şeyi öylesine kabullenmişiz ki kendimizden farklı bir insana gelmekten ödümüz kopuyor. Alışılmışın dışında birine denk geldi mi de onu yanlış diye ayırıp kenara koyuyoruz. Ne anlamak istiyoruz ne de anlamak için çaba harcıyoruz. Söyleseniz ya biz ne zaman bu kadar acımasız olduk? Ne ara unuttuk saygı duymayı? Hani empati yapma yeteneğimiz vardı ona ne oldu? Saygı gösterdiğimizi düşünüyoruz ama çoğu zaman gösterdiğimiz bu saygıyı kendimiz bile göremiyoruz. İlla da aynı sonuçta karar kılmak aynı şarkıları mı söylemek zorundayız? Neden bir an için şemsiyelerimizden sıyrılıp yağmurda ıslanmıyoruz? Neden hepimiz tek bir amaç için savaşıyoruz? Hayır hayır hayat orta yolu bulmaktan ibaret olmamalı. Maviyle sarı rengi seven iki kişiyi yeşilde buluşturma çabamız neden? Bırakalım herkesin bir rengi olsun. Biz yeter ki kendimize tek renkten oluşan bir dünya yaratmayalım.