O gün okula giderken annem öğle arasında beni okuldan alacağını ve bir yere götüreceğini söyledi. Sürprizmiş. Öğleden sonraki derslere girmeyecek olmanın sevinciyle sabahki derslere heyecanla katıldım. Hep parmak kaldırdım. Öğretmenler şaşırsa da sevindi. Oysa bilmiyorlardı öğleden sonra gelmeyeceğimi. Annemin desteğini de alarak işleyeceğim suç beni çok heyecanlandırıyordu. Okuldan kaçacaktım.
Öğle arasından önce karnım da acıkmaya başlamıştı. Bu, bedenimin, “Okuldan çıkma vakti geliyor, hadi gidip karnımızı doyuralım!” deme biçimiydi. Çok geçmeden zil çaldı. Sınıfa uzak ilçelerden gelenler yanında taşıdıkları yemekleri yiyor, benim gibi evi yakın olanlar servise koşuyorlardı. Annem onca çocuk arasında beni eliyle koymuş gibi buldu. Elimden tutup arabamıza götürdü. Arabada en sevdiğim tostla meyve suyu vardı. Bir lokmada bitirdim. “Çok mu acıktın bebeğim?” dedi annem. Ağzım dolu olduğundan başımı salladım. Dikiz aynasından gülümsedi. Sonra evimize giden yoldan bilmediğim başka bir tarafa saptık.
Okuldan kaçmanın verdiği heyecan kendini tüm düşüncelerimin üstünde tutuyordu. Gideceğimiz yeri yavaş yavaş merak etmeye de başlamıştım. Yolda, gittiğimiz yöne doğru bir sürü otostopçu parmaklarını kaldırıyordu. Anneme, “Onlar da öğretmenlerinin sorduğu soruları cevaplamak için mi kaldırıyor parmaklarını?” diye sordum. Annem de, “Onlar, kendi sorularının cevaplarını yollarda arıyorlar” dedi. Anlamadım. Okuldan kaçarken öğretmenlerden, sorulardan, cevaplardan bahsetmek canımı sıktı. Canımın sıkıldığını bana bakmadan bile hissederdi annem. Yine öyle hissetmiş olacak ki radyoyu açtı. Radyoda bir spiker hiç anlamadığım şeyler söylüyordu:
“…boşluk çalışmaları birimi, yüzyıllardır ellerinde bulunan büyük sırrı bugün tüm yurttaşlarımıza açıklıyor. Bugünden itibaren bu sırrın ziyaretçilere de açık olduğunu duyuran çalışma heyeti; havaalanlarından, terminallerden ve şehir meydanlarından bu özel bilimsel başarıyı bizzat görmek isteyenler için servislerin kaldırılacağını, belki de gezegenimizde yapılan en önemli buluşun herkesle paylaşılması için tüm kolaylıkları seferber edeceklerini açıkladı. Sabah saatlerinde konuşan hükümet sözcüsü ise böyle büyük bir bilimsel başarının topraklarımız dahilinde gerçekleşmesinin, sadece yurttaşlarımızı gururlandırmakla kalmayacağını, bu başarının tüm gezegen halkının da ülkemiz adına onur duymasını…”
“Anne nereye gidiyoruz?” diye sordum. “Sabret bakalım” dedi. Radyoyu kapatıp müzikçaları açtı, en sevdiğim şarkılar da onun içindeydi. En sevdiğim şarkıları dinlerken nereye gideceğimiz çok da önemli değildi. Böyle sonsuza kadar gidebilirdik. Annem ben daha küçükken, yani okula başlamamışken, sürekli aynı yöne gittiğinde tekrar aynı yere çıkılan bir gezegenden bahsetmişti. Çok tuhaftı. O gezegende olsaydık, sonsuza kadar gidemezdik. Sonsuz yoktu, tekrar aynı yere dönüyordun. Çok sıkıcı olmalıydı. Küçücük bir gezegen. Bu kadar küçük halimle bile sığamazdım herhalde oraya. Böyle düşünürken gülmeye başlayınca annem neye güldüğümü sordu. Ben de ona, aklıma, anlattığı masalların geldiğini söyledim, anlattığı o küçücük gezegeni söyledim. “Düşünsene anne, ben bile sığamıyorum, daha yedi yaşımdayım”, beraber güldük.
Gideceğimiz yere yaklaştığımızı söyledi annem. Çok kuyruk vardı. İlerleyemiyorduk hiç. Yürüyenler çoğunluktaydı. Biz de ilk aralıktan sola dönüp arabamızı güvenli bir yere park ettikten sonra yürümeye başladık. Gittiğimiz tarafta kocaman bir bina vardı. Daha önce hiç görmediğim bir bina. Daha önce gördüklerime hiç benzemiyordu. Benzeseydi anlardım. Sanki buraya ait değilmiş gibiydi. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, kapıda elimize birer bilet tutuşturdular. Gişe memuru “İyi eğlenceler ufaklık” dedi. Ona, sensin ufaklık der gibi, sinirli bir bakış attım. Güldü. İyice kızdım.
Anneme baktım, “Hazır mısın?” dedi. Neye hazır olmam gerektiğini bilmiyordum ama başımı salladım. Sonra bir asansöre bindik. Asansör yolculuğumuz uzun sürdü. Onlarca kişi vardı yanımızda. Asansörün içi de çok tuhaftı. Hayatımda hiç görmediğim ışıklar vardı. Biraz tedirgin oldum, anneme sokuldum. Sonra kapı açıldı, karşımızda loş ışıklı bir koridor vardı. Herkes etraftaki işaretleri takip ediyordu. Biz de katıldık. Yürü yürü bitmeyen koridorlar. Çok heyecanlandım, korkuyordum da. Nereye gittiğimizi gerçekten çok merak ediyordum. Derken ileride dev bir kapı belirdi. Sadece giriş yapılan dev bir kapı. Kapının üzerinde garip şekilli harflerle “PARAYA” yazıyordu. Sağında ve solunda onlarca görevli. Girenleri kontrol ediyorlardı. Biletleri bir alete okutuyor ardından da fotoğraf makinesi gibi bir şey veriyorlardı. Biz de sonunda biletlerimizi uzattık, ikimize de o makineden verdiler. Girdiğimiz yerde ancak onunla görebilirmişiz.
İçerisi zifiri karanlıktı. Tam ortada bir şey. Makineyi gözüme yaklaştırdığımda herkesi görebiliyordum. Uzaklaştırdığımda tam ortadaki belli belirsiz şeyden başka bir şey yok gibiydi. Bir elim annemin elinde, diğer elim makinede, olan biteni anlamaya çalışıyordum. Nerde olduğumuza dair hala hiçbir fikrim yoktu. Annem kulağıma eğilip makineyi gözüme iyice yaklaştırmamı ve ortadaki şeye ‘zoom’lamamı söyledi. Hala biraz uzaktık ama iyiden iyiye görmeye başlamıştım. Bu… Bu çok güzel renkleri olan bir, top muydu? Bu kadar dev şeyler, kapılar, asansörler, ışıklar, bu kadar kalabalık küçücük bir top için miydi? Güldüm. Annem kulağıma tekrar eğildi, “Bu, sana, küçükken anlattığım gezegen işte…”.
Gözlerim büyüdü, şaşkınlığım da. Yani, bu küçücük şey. Hayal ettiğimden çok daha küçüktü bu. Ama hayal ettiğimden daha güzeldi renkleri. Büyülendim. Ama herkes ve her şey hiç durmadan hareket ediyordu. Gezegenin iki yanında iki tane kamera vardı. Biri elimdeki makine olmadan görebildiğim tek ışığı veren şey. Diğeri de yalnız makineyle görebildiğim şey, o da gece görüş özelliği olan kameraymış. Artık iyice yaklaştığımızdan, makineyi gözüme tuttuğumda, makine, baktığım şeylerle ilgili bilgi vermeye başlamıştı. Bu kameralar bütün zaman boyunca canlı yayın yapıyormuş. Buraya gelemeyenler, evlerinden izleyebilirlermiş. Büyük kamera belli bir zaman aralığında, diğer kamera ise diğer kameranın göremediği zamanlarda devreye giriyormuş. Az ileride onlara benzeyen ama daha güçsüz bir ışık gördüm. Makineyi ona çevirdiğimde, onun; önceki zamanlarda kullanılan ama şimdiye kadar bekledikleri performansı veremeyen bir kamera olduğu bilgisini verdi. Buradaki herkes gözüne tuttuğu makineden irili ufaklı ışıklar gönderiyordu ortadaki gezegene. Bu ışıklar da yine sadece makineden görülebiliyordu.
Uzunca bir süredir burada olanlar varmış. Sanırım görevliydi onlar. Yani bu kadar korunan ve özel bir yerde herkes uzun süre kalamayabilir. Sonra ‘sanatçı kartı’ taşıyanlar vardı. Ellerinde makinelerle farklı hareketler yapıyorlardı. Herkesten daha hızlı hareket edip farklı görüntüler yakalamaya çalışıyorlardı. Görevliler bu hareketlerin ortadaki küçük gezegende yaşayanlar için eğlenceli ışık oyunları olduğu konusunda hemfikirdiler. Demek o küçücük gezegende yaşayan canlılar vardı. Elimde makine olmasına rağmen görünmüyorlardı. Küçücük gezegene sığacak kadar ufaktılar demek ki. Ya da görevliler bizi kandırıyordu. Renkli bir toptan daha çekici bir şey, içinde canlılar yaşayan renkli bir toptur tabi. İçinde yaşayan canlıları görebilmek için büyük kameradan çekilen canlı yayını izlemeliymişiz. Bence o da çok inandırıcı değildi. Sonuçta ekrana bakıyoruz ve ekrana her şeyi koyabilirler. Olmayan şeyler, ekranda olabilir. Yine de annemin bana küçükken anlattığı masalın gerçek olduğuna inandırıyordum kendimi. Sonsuza kadar gidilemeyen ufacık bir gezegen…
25.03.15