Bizi boğan şeyleri düşünmek canımızı sıkarken neden ısrarla kendimizi bunları düşünmek için zorlarız? Geriye dönüp baktığımızda, pişmanlık olarak nitelendirdiğimiz fakat aslında o anın şartlarına göre yapılabilecek kötü seçimlerin arasında, en az kötü olanı seçip, uygulamaya koyduğumuzu kabul ettiğimiz halde, suçluluk duygusuyla yaşamayıp, kendimizi cezalandırıp bir kafese hapsetmek belki de hayatta kendimize yaptığımız en büyük haksızlık. Koşmak düşünmekten daha az yorucu hale gelirken Nazım Hikmet’in aksine hırpalanmış yerlerimizden kimse öpmez. En büyük erdemlikken affetmek, neden insan bir türlü kendini affedebilecek kadar erdeme sahip olmaz? Yaptım, pişman değilim, yine olsa asla yapmam.
İyi anılar iyi olarak kalırken, hatta belki hatırlamak için tozları doğum günü pastasının mumlarını söndürürcesine üflenirken, kötü anılar hiç bir zaman en üst rafa kaldırılmaz. Çünkü iyiler insanda sadece bir gülümseme yaratırken, kötüler insana sonsuza kadar saklanması gereken bir hediye verir. Ve biz bu derece bir sorumluluğu alamayacak kadar korkak olduğumuzdan kötü anıları lanetler, o hediyeyi verenin suratına fırlatır bir de üstüne küfürler yağdırırız.
Bu hediyeyi ter döke döke doğuran hata: alışmak. Belki hislere, belki mutluluğa, belki bir insana. Her anının ve her pişmanlığın referans noktası bir insanken, asla gitmeyecekmiş gibi o insana düğüm atar, düğüm çözüldüğü zaman başa döner, yapmadığımız hataları kendi yüzümüze vurup üstüne bir de o ipi alır boğazımıza dolarız. Parmaklarımızı toprağa gömüp henüz ölmemiş maviliklerin yasını tutmayı doğru bulmamakla beraber, kendimle çelişerek dilerim ki üflediğimiz tozlar hediyeyi görünmez kılar.