Öncelerden beri hatta birçok öncelerden beri yazımın başına bir harf koyarken oldukça zorlanırım, cümleye başlayamamaya cümleye başlayamamamı anlatmamla giriyorum. İçinde bulunduğum bu donuk hal beni bakış açımın girdiği her şeye bakakalmaya zorluyor, gözlerimin değdiği her şey sanki onların eksenine demir atmam gerekiyormuş gibi kendine çekiyordu. Ve ben karşı koyamaz halde boş boş bakıyordum…
Hayatta en sevmediğim tür ömrünü boş geçiren insanlardı. Şimdi ömrümün çeyrek diliminde sadece zamanı değil tüm benliğimle her şeyi boşa harcıyormuş gibi hissediyordum. Birkaç kitap, kendini aradığın birkaç tane film, belki iyi gelir diye yoğurduğum poğaçalar. İnsan kendini bir kere buldu ise yitireceği başka hiçbir şey kalmamıştır diye bi cümle okumuştum, kendimi bulduğumu sandığım yerde kendimin yolundan sapmış, hatta koşar adımlarla uzaklaşıyormuşum. Şimdi ya o gittiğim yolu başa sarıp en başa en en başa dönüp tekrar güzergahıma girip ilerlemem gerekli ya da bu kaybolduğum yolda yeni güzelliklerle çakıllarla çukurlarla tanışmalı. Şimdi arkama yaslanıp yazımın en başına döndüm baştan okuyup ekrana boş boş bakıyorum. Yazılarımın onu yazmaksa on ikisi silmek fakat öyle yapmayacağım. İçimde kurduğum bu saçma dengesiz dengeyi yapmayacağım.
Denge demişken; bir dakikanızı alacağım çakmağı bulamıyorum sigaram ateşsiz kaldı.
Buldum. Tansiyon düşmesi dediğimiz şey aslında vücudumuzla dışarıdaki yaşamla kurduğumuz uyum veya uyumsuzluk. İçimizde bulunan hücrelerin yaşamını devam ettirebilmek adına oluşan bir basınç var kan basıncı diyoruz buna, bu basınç ile atmosferde bulunan basınç birbirine tutmayınca o tansiyon düşmesi veya yükselmesi dediğimiz şey oluyor. İşte tam olarak beynim ile aklım böyle bir dengesizlik ve uyumsuzluk içerisindeler. Ve inanın ki kalbimin tansiyonunu hiç on ikiye sekiz aralığına gelmiyor. Düşen tansiyona tuzlu bir şeyler iyi geliyor derler, nerede görülmüş acıya tuz atıldığı. Sanırım sona yaklaşıyorum. Varsın kalbinizin tansiyonu hiç on ikiye sekiz olmasın yeter ki sağlık olsun.