Hayat tüm sıradanlığıyla akıp giderken ve siz karanlık bir kuyunun içinde acıyla kıvranırken kuyunun başına tüm ışıltısıyla gelen birini görürsünüz. Uzun zaman sonra kıvrandığınız o küçük karanlık artık aydınlıktır. Işığı ve yaşamı keşfedersiniz yeniden. Tıpkı yaralı bir savaşçı gibi sürünerek çıkarsınız kuyudan, o ele tutunarak. Artık geçmişteki tüm canavarlar, kanınızı emen ve ruhunuzu kirleten tüm yaratıklar artık kuyunun en dibinde kalmıştır ki zaten oraya mahkumlardır. Çeşitli pansumanlar -çoğunlukla ilaçsız- yapılır. Dışarıdaki inanç havası ciğerlerinize dolarken çukurdan çıkmanıza yardım eden Işık’ın sevgisi de kalbinizi işgal etmektedir. Yorgunluğunuzu umursamadan büyük sevdalara göğüs gerersiniz. Cesaretiniz gülünç olabilir ancak siz de zaten gülüyorsunuzdur, mutlu olduğunuz için. Işık’ın da yaralı olduğunu fark etmeniz biraz zaman almıştır. Her şeye geç kaldığınız gibi buna da geç kalışınız başınızı ağrıtır elbette. Işık yaralıysa hikayesini dinlemek istersiniz. Birini sevmek, onun hikayesini sevmektir ne de olsa. O anlattıkça içinizdeki benzer parçalar, mıknatıs misali onun kelimeleriyle bütünleşir. İki hikaye birbirine karışır ve bir olur. Artık acılar, sevinçler ve ümitler tek bir bedendedir.
İşte bir bütünleşmeyle başlayan bu derin sevgi dağı ya da adı her ne ise, incelikli bir öneme dönüşür. Çünkü zaman parçalar, sevgiyi de parçalar umutları da parçalar. Zaman sizin cesur sevginizi parçaladığında ve o koca dağ minik taş parçalarına dönüştüğünde şaşırırsınız. Çaresizce parçaları bulmaya, hepsini avucunuzda toplamaya çalışırsınız. Sizi kurtaran Işık, her zaman kurtarmayacaktır, bunu bilmeden koşturur durursunuz. Koşmak sizi yorar. Yorgunluk tanıdık gelir, kurtulmak ve o kuyunun sizde bıraktığı derin acıların halüsinasyonlarından kaçmak ister ve daha çok koşarsınız. Bu sefer bedeninizin sınırları ve gitmek istediğiniz yerlerin uzaklığı tutar sizi. Kafesin içinde kuyu sanrılarıyla aklınızda savaş verirken Işık’ın neden gelip kurtarmadığına takılır kalbiniz.
Kafesin dışında sizi izler, sanki bir işkence çektiriyormuşcasına koşar oynar gözünüzün önünde. Siz kafesi ne kadar güçlü sarssanız da bağırıp çağırsanız da çıkış yoktur. Demirleri yamultmaktan ve Işık’a taşlar fırlatmaktan başka hiçbir şey yapmamışsınızdır. Düşünecek vaktiniz çoktur, dizlerinizi kendinize çeker, oturur düşünürsünüz. Işık ortalarda yoktur. Her şeye rağmen derin bir özlem kaplar içinizi. Karanlığınızı aydınlatmasını ve kalbinizi sevgiyle doldurmasını özlersiniz. İncelikli sevgi hastalığınız da burda başlar. Sevgi dağınızın küçük parçalarından bulabildiklerinizi temizler ve dışarıya yuvarlarsınız, içinizden nasıl geliyorsa. Işık, taş parçalarınızı toplar ve biriktirir. Siz onu özlerken o kendine karanlık başka bir ev bulmuştur. Sizi aydınlattığı için burada işi bitmiştir.
Birini sevdiğiniz zaman önünüze milyonlarca engel çıkar. Sevmek sanki dünyada yapmamanız gereken yasaklı bir eylemmiş gibi durdurur bu engeller sizi. Sevgiye kıymetini veren bu engellere direnmeniz olsa da bazen direnmek tek başına ağır gelir. Sevdiğiniz insanın özenle koruduğunuz kalbine hırsız girdiğini de görürsünüz. Ama hırsız değil, siz suçlanırsınız her zaman. Çünkü siz hastasınızdır ne de olsa. Sevdiğiniz kişi o küçük parçaları toplarken katlandığınız acıya, dirence değil; sevgi dağınız yerinde mi değil mi ona bakar. Küçük şeyleri anlatmaya, her bir sevgi taşı parçanızın içindeki karmaşıklığı anlatmaya sakın yeltenmeyin, onlar sadece size görünen yanıltıcı tuzaklardır.
2 comments
Yeraltı edebiyatı böyle yapılır. Çok iyi olmuş devamı gelir umarım.
Çok teşekkürler, yeni görüyorum yorumunuzu.