Saat gece yarısını geçiyor. Karanlıkta bir göz, zorlukla ilerlediği apartman koridorlarında sıradaki kapıyı arıyor. Kapının üstündeki alarm yanıp sönen mavi ışığıyla nesneleri garip bir tonda aydınlatıyor. Göz kararsız bekliyor. Onun için geçirgen olan duvara doğru ilerliyor, artık evin salonunda. Ev, gecenin kendine has tıkırtıları ile sarmalanmış. Temizlik aracının sarı alarmı meydana bakan pencerelerden girip evi boyuyor, Elektronik aletler dikkatli kulakların yakalayabileceği aksak ritimler atıyor. Gecenin kendine has sesleri yatak odasından gelen mırıltılarla birleşiyor. Yatakta huzursuzlukla hareketlenen bir kadın ve yanında uzanan adam var. Sıcak ve nem yüzünden uyumakta zorluk çekilen bir gece. Kadın, adamın mırıltılarını kesmek için yastığına uzanıp sarsıyor. Adam bir an uyanıyor, sonrası yine kendine has sessizlik.
Göz, salondan yatak odasına vuran sokak lambasının ışığında, gardırobun aynalı yüzeyinde kendine baktı. Yansıma yok. Alabildiğine boşluk ve açlık. Israrla rüyaya dalmaya çalışan adama ve kıpırdanan dudaklarına yaklaşıyor; “Yetişmeliyim…” diye mırıldanıyor adam. Göz keyiflenerek duyduğuna emin olmak için dudaklara yaklaşıyor. Göz kararıyor, yatakta, adamın gözlerinden farksız, tavanı görüyor. Adamın boğazı kuruyor, Göz artık bir boğazı olduğunu, paylaştığı yeni bilinci fark ediyor. Yeni alışmaya başladığı karanlığın ötesine, bilinmeyen bir coğrafyaya, kendini gizleyerek adamın rüyasına sızıyor.
İnce uykunun içinde uzak bir semt, binaların arasından sıyrılan, ona çok şey ifade eden bir stat şekilleniyor. Adam ellerine bakıyor, bedenini hissediyor, sesleri duyuyor; etrafında coşku var. İçinde bir yerlerde yetişmesi gereken yerin, yan yana olması gereken insanların heyecanı filizleniyor. Ses verdiği, tavır aldığı, bazı açılardan kendini ifade ettiği bir yer. Etrafı kalabalıklaşıyor, onun gibi gözler, ondan farksız bedenler, filizlenmiş çağrıya uyarak hızla stada doğru akıyor. Koşuyorlar. Adam tereddütte. Ayaklarına bakıyor.
İnsanların üzerinde aidiyetlerini simgeleyen formalar, atkılar, kıyafetler, takılar, bağırdıkları aynı tezahüratlar. Şaşkınlıkla nasıl buraya geldiğini, üzerindeki formayı ne zaman giydiğini hatırlamaya çabalıyor. Apartman koridorunun karanlıkta gölgelenmiş mavi renkteki fotoğrafı, sarıya boyanmış salon duvarındaki gölgesi, sokak lambasının ışığı yansıyan tavan. Boğazı hala kuru.
Bacaklarını oynatmakta, yürümekte zorluk çekiyor. Hatırlayamadığı bir gerekçesi var. Yanından hızla geçen taraftarları, neşelerini gördükçe daha da hırslanıyor, hızlı hareket etmek istiyor. Birkaç denemenin ardından zorlukla yakınındaki yaya geçidine ilerliyor, yol boş. Kalabalık azalıyor, yolun karşısına geçmeye hazırlanıyor. Ayağını yaya geçidine attığında bir kırbaç sesi ile irkiliyor. Tozu dumana katan Vahşi Batı’dan fırlamış posta arabası sarsılarak önünden geçiyor. Patlayan tüfeklerden yükselen barut kokusu etrafı kaplıyor. Yanındaki arabanın arka camına bir Kızılderili baltası saplandığında aklı başına geliyor. Çok geç. Bir zamanlar aşık olduğu bir kız posta arabasının camından sarkmış, hiçbir şeyi umursamadan yeni yıkanmış çamaşır asıyor. Tommiks’deki Suzi olduğuna yemin edebilir. Kız adama bakıyor. Adam bu kıza hala aşık olduğunu anladığında toz ve toprağın teriyle yüzünde izler bıraktığı Clint Eastwood ona sert bir bakış atıp çiğnediği tütünü yere tükürüyor. Araba uzaklaşmaya başlarken alevli bir ok vınlayarak çamaşırlara isabet ediyor. Kızılderililer yaklaşıyor. Ne yazık ki işin ciddi olduğunu anlaması bacağına isabet eden iki ok ile mümkün oluyor. Başlarındaki kuş tüyleri karşı takımın renkleriyle aynı. Sakatlandı. Acıyla stada bakan üç göz araba ve atların geride bıraktığı toza ilişiyor. İçinde olduğu semt sanki o tozla beraber gökyüzüne doğru ufalanarak karışıyor, rüya yok oluyor.
Mırıltılar. Tanıdık tavan. Yatak odasından nemle mücadele eden bir kadın ve adam.
Gözlerini kapadı, bir an için Göz’dü. Havada dolanan uzuvsuz bir gözdü. Gözlerini açtığında sokak lambası. Göz’ü kapattığında kocasının yastığını çeken bir kadın. Gözlerini açtığında kovboy. Kapattığında sevdiği semt, gözlerini açtığında tribünde bir taraftar. Göz göz, göz adam.
Uykuya dönmek için kendini zorladı. Yavaş yavaş ayağa kalkan semte, tribünden gelen gürültülere, insanların istekle koşturduğu stada yakın, yaya geçidinin önünde ayakta duruyor. Göz heyecanla ellerini ovuşturdu, elleri olmadığını umursamıyor. Ayakta. Bacağında ok yok. Yaya geçidini gördüğünde yakın hatıraları canlandı. Kızılderili baltasının isabet edeceği arabanın arkasına gizlendi. Hareket yok. Kafasını çıkarmak üzereyken silah sesleri duyuluyor, balta cama saplanıyor, arabanın yanına çiğnenmiş tütün düşüyor. Kızılderililer naralar atarak at arabasına saldırıyor, yaylar çekilip bırakılıyor, Suzi’nin yanan çamaşırlar yüzünden “Lanet olsun size! Daha yeni yıkamıştım!” diye bağırdığını işitiyor. Duman sokağı doldurdu. Kokusu rahmetli anneannesinin çikolatalı kekini andırıyor. Canı kekin yanında iyi demlenmiş çay çekiyor. Geriye tribünün sesleri kaldı. Adamın daha hızlı yürüyebildiğini fark eden Göz insanoğlunun her şeye ve duruma alışabildiğini düşünüyor. Adam kafasının içinde bir ses duyduğunu zannettiğinde Göz, olmayan elleriyle olmayan ağzını kapatıyor.
Yaya geçidini geçince solda kalan parka girdi. Arkadaşları ile her maçtan önce buluştukları, sohbet edip stada gittikleri yerdi burası. Yeşilliklerin arasında yürüyor. Tribün seslerini duymadığını fark edip duruyor. Ses geçirmez bir fanusun içindeymiş gibi. Semt, tribün, kuşlar sesleri tükendi. Hava rüyası gibi puslu, belirsiz. Yanlış giden bir şeyler olduğunu biliyor. Çalılar hışırdıyor. Daha hızlı yürümeli ama bunu yapabileceğine inanmıyor. iki ağaç kütürdeyerek esniyor. Rüzgar olamaz. Ağır bir şeyler ağaçların tepesinde sürünüyor sanki. Yoklukta geniş bir ağız çıkıyor ortaya önce. Sonra bedeni şekilleniyor. Dev bir timsah olmayan ön ayaklarından birindeki kanca ile korsan şapkasını geriye itiyor. Adam bu tuhaflığın ortasında timsahın boynundaki rakip takımın atkısına şaşırıyor. “Sen?” diyor adam. Çocukken okuduğu kitaplarda en çok merak ettiği, tekinsiz kedi, timsah ve kaptan kancanın bir karışımı gibi. benziyor. Dost canlısı olmasa gerek. Timsahın ağzının suyu akıyor. Ayaklarına güvenebilseydi adam kaçabilirdi. Timsahın önce bedeni, ardından ağzı yok oluyor. Adam arkasını dönüp tekrar koşmaya çabalarken koşacağı yönde açılan devasal ağızı görmüyor. Tek hamlede yutuluyor. Rakip çiğnediğinden memnun kalmamış olmalı ki gerisin geri yere tükürülüyor. Adam salya içinde kalmış. Ayaklarına bakıyor; yok. Bacaklarına bakıyor; yok. Aslına bakarsanız belden aşağısı yok. Canı acımıyor içi kadar. Göz tepkiye şaşırıyor. Timsah geğiriyor, parkın yeşillikleri sert bir rüzgarla dalgalanıyor.
Gözlerini açtı, tavanı gördü, ağzından yastığına akan salyayı elinin tersiyle iğrenerek sildi. Mırıltısı bir cümleye dönüştü; “Yine mi??” Göz rüyanın devamını merak etti. Adamın gözleri istemsizce kapandı. Uykusu incelmiş, karısı mırıldanmaları yüzünden yastığını tutmuş hazırda bekliyordu. Buzdolabı gecenin ortasında solo atmaya başlarken, sokaktaki lamba duyabilenler için garip cızırtılar çıkarıyor. Adamın yarı açık bilinci tavandan kendine ve karısına bakıyor. Bir şey ona dünyayı farklı açıdan göstermek, rüyaya dalmasını kolaylaştırmak istercesine sokağa doğru çekiyor. Salon penceresinin dışında asılı. Yerden metrelerce yüksekte. Kedi havada duran adama bakıyor. Adam tepeden sokağına ve meydana. Bir kaç saniye bile olsa tek bir göz olarak her şeye hakim. Derin bir açlık hissediyor. Bir kaç saniye bile olsa her şeyi farklı anlamlandırıyor, pek çok şeyi anlayacak gibi oluyor ve bir kaç saniye sonra yeni öğrendiklerini unutuyor.
İki ara bir dere. Uykuya denk uyanıklık. Uyanıklıktan beter rüyalar. Çıkmaz labirentlerden oluşan umutlar. Bu taraf. Sınır. Diğer taraf. Mırıldandı. “Yetişmeliyim…” Semtin ortasında duruyor, parkın girişine doğru bakıyor. Stattan gelen çağrıyı dinledi. Tribünler, renkler, insanlar değişse de tezahüratların hep aynı tonda çıktığını, sesin tek bir biçim aldığını, nedenini düşündü. Onu heyecanlandıran bu birliktelik mi? Binlerce farklı insanın 90 dakika bile olsa tüm kavgalarını unutup beraber mücadele etmesi mi? “Bu bir rüya” dedi… “Tüm zorluğuna rağmen görmek istediğim bir rüya.”
Gözleri karanlık odaya açılıyor. Başında anlamsız bir ağrı var. Konsolun üstünde bir bardak su. Uzanamıyor. Bakışlarını biraz önce kendine baktığı tavanın en karanlık köşesine çeviriyor. Deli gibi merak ediyor o köşeyi. Diğer taraftan görmeyi istemeyeceği şeylerle yüzleşmenin korkusu ile sarmalanıyor. Maça yetişemeyecek olmanın endişesi ile dolu. Işığından rahatsız olmamak için ters duran telefonuna bakıp saatin 02:35 olduğunu görüyor. Kalbinde başlayan panik atak bedenine yayılıyor. Bir saniye sonra ölecek, karısı yanındaki cesedi saatler sonra keşfedecek, yastığını çektiği için büyük suçluluk duyacakmış gibi hissediyor. Geçirdiği nöbetin elinden sıyrılmaya çalışıyor. Beklemediği bir anda rüyaya geri dönüyor.
Derin bir nefes aldı ve parktan uzaklaştı. Yolunu uzatmak pahasına farklı bir sokağa girdi. Bir süre tempolu yürüdü. Kafasını kaldırdığında sokağın diğer ucundan ona doğru gelen şişman adamı gördü. Önemsemiyor. Bir sonraki bakışında adamın üzerindeki formayı fark ediyor. Rakip takım. Geniş, ziller sarkan renkli şapkası yüzünü saklıyor. Adam göz göze gelmemek için başını önüne eğmiş, ilgisiz bir tavır takınıyor. Rol kesiyor. Tam atlattım derken kocaman bir göbek yolunu kesiyor. Kafasını kaldırmadan özür dileyerek sola sağa adım atıyor ama göbek her seferinde onu takip edercesine yolunu kapatıyor. Karşısında makyajlı yüzüyle korkutucu bir palyaço ona bakıyor. Zorlukla gülümseyerek “Kusura bakmayın, ben…” dediği anda mimiksiz palyaço kahkaha atmaya başlıyor. Her canlıyı dehşete düşürebilecek geniş ağzı sivri dişlerinin birbirine çarpışıyla çınlıyor. Adam geri adım atıyor, düşmemek için bir yerlere tutunmaya çabalıyor. Palyaço zilli şapkasının içinden bir tokmak, göbeğinin altında bir davul çıkarıp yeri göğü inletmeye başlıyor. Palyaço korkunç yüzü, zıplayan, hoplayan garip bedeni ile hareketli ritimler atıyor. Avına son darbeyi vurmaya hazırlanan bir hayvan gibi adamın etrafında dolaşıyor. Ritim bir çağrı. Sokaklar bu çağrıya uyan rakip taraftarla doluyor. Fazla zamanı yok, koşmalı. Koşabilseydi. İnansaydı. Koşmak için adımını attığında palyaçonun uzun ayakkabısı ayaklarına yılan gibi dolanıyor. Rakip taraftarlar palyaçonun şen şakrak savaş melodisine yetişip tezahüratlar eşliğinde adamı tekmeleyip yumrukluyor. Adamın canı acımıyor.
Uyandı. Artık bu rüyayı görmek istemiyor. Göz’ün henüz doymamış bilinci telaşlı. Adam sorunsuz, tropik bir adada mahsur kalmış, ilgi isteyen bir kaç kadınla ilgili sevecen rüyaya dalmak istiyor… Gitmeliydi. Gidebilseydi. O rüya Göz’ün ilgisini çekmiyor.
Ayaklarına bakıyor. Aynı semt, aynı sokaklara dönene kadar her seferinde birileri ile cebelleşiyor. Stada giden yol üzerinde bir üst geçitte dilenen Gandalf ile karşılaşıyor. Asa, “Paramı vermeden geçemezsin!” uyarısını kale almayan adamın sırtında patlıyor. Indiana Jones kombinesini cebinden aşırıp yakındaki boklu derede bekleyen deniz uçağı ile kaçmaya çalışırken peşinden atladığı rezillikte hastalık kapıyor. Çevreyolu üzerinden stada ulaşmaya çalışırken bir minibüsünün önünde kalıyor. Şoför koltuğundaki Efendi Yoda araçtan inip ışın levyesini adamın kafasına indiriyor. Rüyaya kaç defa dalıp çıktığını unutuyor.
Rüyada saatine baktı. İlk rüyadaki saatteydi. Tekrar tekrar yaşadığı tecrübeler yüzünden aşamaları erkene çekebiliyor, daha kısa zamanda daha fazla yol alabiliyor. Yeni aşamaya geçti. Stada biraz daha yakın. Tribün sesleri ansızın gökyüzünde yankılanan üzüntü çığlıklarına dönüşüyor. Ne olduğunu öğrenmek için etrafına bakındığında boş görünen bakkalı fark etti. Televizyon açık ama içerde kimse yok. Gördüğünden memnun kalmıyor. İçi acı dolu. “Lanet olsun!” dedi. Tuttuğu takım gol yemiş, ağır çekimde pozisyon tekrarlanıyor. İzledi. Daha yakın, farklı açı, yine ağır çekim. Bir kez daha. Üç, dört, on, on iki. Tekrar ve açı farkları bitmiyor. Siniri bozuluyor. Sağını solunu kontrol edip kumandayı buldu, televizyonu kapattı. Arkasını dönüp söverek orayı terk ediyor. Yeni bir lanet savurmak üzereyken televizyon kendi kendine açıldı. Cızırdıyor. Tezgahın üzerine bıraktığı kumandaya tekrar uzandı ve televizyonu kapattı. Yine kendi kendine açıldı. Adam ve televizyon bir süre birbirlerine bakıyor; o kapattı, diğeri açıldı, o kapattı diğeri açıldı. Adam cızıtıyı izliyor, birinin benzer bir kumanda ile kendine oyun oynadığını, bu haline bakıp gizlendiği yerden güldüğünü düşünüyor. Ta ki cızırtı sona erene, o kuyuyu görüp tanıyana, yüzüne trajikomik bir gülümseme yerleşene kadar. Önce kuyudan çıkan elleri –biçimli, yeni sürülmüş rakip renklerdeki ojeli tırnakları- önüne düşmüş –ahenkle dans eden- saçları, ıslak –kıyafeti şekilli bedenine yapışmış- genç kızı gördü. Samara saçları arasından görünen solgun –ama makyajlı- yüzünü ona çevirmişti. Görüntü uyandırdığı hatıralar ile korkutucu ama Samara’nın arzu dolu kadınsılığı ile heyecan vericiydi. Adamın paralize olmuş aklından seks, ölüm, şiddet, aşk, haz, tatmin, korku, kan, umut, hayal kırıklığı geçiyordu. Göz içine dolan hayalleri şapırdatarak dikkatle izliyor. Samara saçlarını şuh bir hareketle omzuna atıp ölü yanaklarındaki karşı takımın renkleri ile yapılmış savaş boyalarını sergileyene kadar her şey –nasıl oluyorsa- normal görünüyor. Kız birden bire gol sevinci yaşamaya, kendini ıslak çimenlere, çamurun içine atarak tepinmeye, erkeksi el kol hareketleri ile terbiyesizleşmeye başlıyor. Yakındaki çalılığa gidip bir bıçak ve adamın takımının renklerinde bir top çıkarıyor. Bıçağı diline sürüp şehvetle topu kesmeye başlıyor. Sevincini gittikçe abartıyor. Adam geri geri dükkandan çıkmaya çabalarken genç kız bunu görüyor. Rakibi firar ederken elindeki bıçağı ekrandan dışarı fırlatıyor. Bıçak adamın bacağının arkasından düzgün bir şekilde girdi, ucu dizine yakın bir yerden çıktı. Yataktaki adam zıplıyor. İnledi. Rüyasında yine sakatlandı. Sakinleşiyor. Tek tesellisi bacağından sızan kanın kulübünün renklerinde akması. Göz “Ne tesellisi?” diyor. Adam rüyasında sokaklarda yankılanan bu soruyu duyuyor. Aklına tavandaki o köşe geliyor. “Aynı rüya aynı anda iki kişi tarafından görülebilir mi?” diye düşünüyor. Yüzünü yere kapaklandığı yerden ekrana çevirmeye çalışıyor. Samara ekrandan çıkarak adama yaklaşıyor, emekleyerek, kısmen açıkta kalan piercingli göğüslerini adama sergileyerek yüzüne yaklaşıyor. Dehşet ve şehvet ikisini de sarıyor. Kadın arzuyla açılan dudaklarını adamla birleştirmek isterken bir işaret parmağı araya giriyor. Adam “Belki başka bir rüyada…” diyerek zorlukla bacağından çıkardığı bıçağı kendi boynuna saplayıp bu çıkmazdan kurtulmaya çalışıyor.
Bir sivrisinek dolaşıyor. Adam ve kadın uyuyor. Tavan yeni uyanmış adama, göz aynaya bakıyor, ayna yansımada kimseyi görmüyor. Yenilen gol içini acıtıyor. Nem bedeninde, karısı başka rüyadaki bir adada, gol kalesinde… Boğazı kurudu, bu sefer üşenmeden uzanıyor, konsolun üstündeki bir bardak suyu yarısına kadar içiyor. Güzel bir son istiyorsa tribüne değil sahaya girmeli artık. Bunu istiyor. Göz görüyor. Bu rüyanın tattıkları arasında en lezzetlilerden biri olduğunu düşünüyor. Adam golü önlemeli. “Ne kadar ileri gidebilirim? diye soruyor. Göz merak ediyor; “Ne kadar ileri gidebilir?” Adam yatağın uğurlu tarafına dönüp, en rahat pozisyonunu almaya çalışıyor. Aklında yankılanan şarkının nakaratını değiştiriyor; Dream must go on…
Uyudu, denedi, öldü. Denedi, yaralandı, sakat kaldı. Yine uyudu yine uyandı. Tavana baktı, aynada kimse yok. Karanlık köşeye baktı. Tehlike. Atlatmak için her seferinde bir önceki yolu değiştir. Rüyanın atlası Göz’ün menüsü. Her seferinde stada biraz daha yaklaştı. Kaldırımlar, sokaklar, geçiş noktaları tehlikeler ve rakiplerle dolu. Kalbi hızla atıyor. Artık dayanamayacak gibi oluyor. Adayı, kurduğu ağaç evi, rahatlatıcı cinselliği düşünmeye çalıştı. Mahsur kalmış kadınlar. Saatine bakıyor. Bir yerlerde televizyonun sesi sonuna kadar açık. Ekranda yenilen gol ağır çekimde tekrarlanıyor. Huzursuz mırıltılarını çekilen yastık susturuyor.
Stadın yanında. önünde geçmesi gereken sadece bir cadde kalmış. Yolu kontrol ediyor. Bomboş. Caddenin boş olduğuna emin olduğunda adımını atıyor. Birkaç adım, sonra yolun ortasına varacak. Soluna baktı boş. Sağına baktı, yoklukta var olan elektrikli bir girdap havada asılı dönüp duruyor. Tekrar soluna bakıyor. Kafasını şaşkınlık ve aceleyle sağa, elektrikli girdaba çeviriyor. Her şey yokluktan çıkan “DeLorean-DMC12” marka arabanın alevden lastik izleri bırakarak onu havaya fırlatması ile neticeleniyor. Ön cama yapışan adam kırılmış kemiklerine inat içerdeki şaşkın bakışlı deli profesöre zorlukla gülümsüyor. Gözleri arabanın içinde aynadan sarkan iki ayakkabıda. Aynı ritimde sallanıyorlar aynen bir psikoloğun hipnoz seansındaki gibi. Son mırıltısını tamamladığında yola adımını atmadan önceki yerinde, yaya geçidinin önünde sağlıklı bir şekilde duruyor. Saatine bakıp bekliyor. Gözlerini yola çevirdiğinde çılgın profesör ve arabası hızla geçip, hiç durmadan karşı yönde oluşan bir başka girdaba girerek ve yerde alevli tekerlek izleri bırakarak yok oluyor.
Göz kendini ele verme pahasına içinden “Devam! Devam!” diye bağırıyor; emdiği en iyi rüya bu! Adam yeniden denemeye kararlı. Yola tam adımını atacakken kaldırıma vuran baston seslerini duyuyor. Önünden şapkasının arkasına bastırarak selam veren Şarlo geçiyor. Elindeki muzdan son bir ısırık alıp muzun kaygan kabuğunu adamın önüne, yere atıyor. Kaygan kabuğu attığı yeri beğenmemiş olmalı ki geri dönüp bastonuyla adamın adım atmayı düşündüğü yere iteliyor. Şarlo havaya baktı, güneşin gözünün içine girip girmediğini, parmağını yalayıp rüzgarın yönünü kontrol etti. Son olarak bileğini ısırıp saate baktı. Adama muzipçe gülümsedi.
Adam muz kabuğuna basmamak için bir adım yana kaydı. Adımını yola attığı anda yukardan bir çığlık duydu. Yüzünü yukarı kaldırdı. Müfettiş Clouseau olduğuna benzediğine yemin edebileceği biri, balkonda uzak doğulu (hizmetkarı Cato) olduğuna yemin edebileceği biri ile dövüşüyor. Aniden gözü güneşten kamaşıp birkaç saniye hiçbir şey göremez oluyor. Rüzgar ansızın sert esip garip, silah bir noktayı büyüterek adamın kafasına isabet ettiriyor. Yerle bir olmuş, gübrelenmiş toprağa bulanmış yüzünün ortasında saksı kırıkları ve birkaç menekşe var. Göz adamın kafasında yıldızları sayıp için için gülüyor. Neredeyse doydu. Şarlo yolun ilerisinde paytak paytak yürüyor.
Caddenin diğer tarafında, stat girişinin önünde. Özlemle ve gülümseyerek çılgın profesörün rakip renklere boyanmış arabasına, Şarlonun farklı, yine rakip renklerdeki ayakkabılarına ve Müfettiş Clouseau’nun aynı renklerdeki saksılarına baktı. Etraf birden bire sessizleşiyor. Kapalı tribünün üstünde çığlık atan bir Ejderha göründüğünde artık içeri girmesi gerektiğini anlıyor.
Koridorlar sonu yokmuş gibi uzanıyor, yankılanan metalik sesler ve garip tıkırtılar karanlığın içinde büyüyor. İçerisi bir stattan çok yıllar önce yolunu kaybetmiş hayalet bir gemi ve o geminin korkunç makine dairesi anımsatıyor. Adam aklından geçenlerin rüyasında şekillendiğini, ansızın karşısına çıktığını artık biliyor. Hayalet gemi düşüncesinden hızla uzaklaşmaya çalıştı. Bu düşüncelerle doluyken boşlukta bir yılan gibi kıvrılarak ona yaklaşan elektrik kablosunu fark edemiyor. Önce bacakları, sonra tüm bedenini sarmalayan kablonun savrulan, kıvılcımlar saçan ucu sağ eline taktığı usturalı eldivenlerle kahkaha atan Freddy Krueger’ın yanık yüzünü aydınlatıyor. Saçma bir kahkaha attı adam, Freddy Krueger geri kalmamak istercesine karşılık verdi. Freddy cinayetini espiri ile süslemeye bile gerek duymadan kabloyu adamın göğsüne bastırıyor. Stadın girişinde beliriyor. Koridora girdiğinde ilk iş elektrik panosundaki sigortaları indirmek. Freddy avucunu yalarken dilini kesiyor.
Konsolun üzerinde yarısı içilmiş suya vuran sabahın ilk ışıkları cep telefonunun üstünde küçük bir gökkuşağı oluşturuyor. Az zamanı kaldı. Rüyasındaki saat maçın başlamadığını söylüyor. Her iki takımda soyunma odasında son taktikleri alıyor olmalı. Sahaya yetişmek için 5, karşı takımın golünü önlemek için 35 dakika var. Koridorun iki tarafı boydan boya efsanevi oyuncular, büyük zaferler, gol sevinçleri ile çevrili. Soyunma odasının kapısındaki amblemi gördüğünde heyecan kariyerini aşıyor. Yükselen mücadele isteği, göğsünü yırtıp çıkmak isteyen Dünya dışı bir varlık gibi kıvranıp duruyor. “Ripley…” dediği anda arkasında asitli bir ağızdan yere düşen salyaların zemini delen sesini duyuyor. “Lanet olsun…” dediği anda yaratığın iç ağzı beynini patlatarak son gördüğü şeyi, amblemini kana buluyor.
Soyunma odasının önünde. Kapı düşüncelerine cevap verircesine aralanıyor. Soyunma odası boş, içerde tüm hazırlıklar yapılmış. Maç kadrosunun yazılı olduğu tahtada kendi ismi var. Diğer oyuncular, teknik ekip çoktan sahaya çıkmış olmalı. Futbolcular için hazırlanan askılıklarda sadece kendi forması kalmış. Hızla giyinmeye başlıyor. Hangi ara kramponlarını giydiğini anımsayamıyor. Ayaklarına bakıyor, çorapları dizine ulaşan bacaklarını, fosforlu kramponlarını seyredip özlem gideriyor. Çıkış tüneli yolunda rüyası boyunca geçirdiği evreler, düşüşler üç boyutlu, ağır çekim hologramlarla sergileniyor. Büyük bir kavganın siluetleri inip kalkıyor, birbirine giriyor. Her adımı bir başka kabusa gebe adam çıkış tüneline doğru yaklaşıyor. Taraftarın sesi diğer sesleri bastırmaya başlıyor. Artık sahada.
Patlayan flaşların arkasındaki yüzler boşluktan ibaret. Karakteristik göz, ağız, çizgi, mimik yok. İfadesizlik korkutucu. Yokluktaki sesin nereden çıktığını düşünüyor. Etrafına göz gezdirdiğinde tribündeki insanlar, hakemler ve sahadaki oyuncuların da aynı durumda olduğunu fark ediyor. Boş siluetler adama dönük, ondan gelecek bir hareket ya da komutu bekliyor gibi. Adamın gözleri hakemin olmayan gözleri ile kesişiyor. Bu ifadesizlik Göz için rüyanın ve yemeğin bittiğini haber veriyor olabilir. Buruklaşıyor. Adam golü çıkarmakta ısrarlı. Göz,’ün doyumsuzluğu servis edilebilecek tatlının umudunu taşıyor.
Başlama vuruşu… Koşabiliyor. Yeni aşama. Hızlanmaya, topun oynandığı bölgeye depar atmaya çalıştı. Rakip futbolcuların yüzleri adamın sergilediği mücadele ile dönüşüyor; esnaf, ona bakan metrodaki, sokaktaki insanlar, iş arkadaşları, politikacılara dönüşüyor. Konsantre olmaya çabalıyor. Bu esnada yüksekten gelen bir top karşı defansın kafasından sekip önüne düşüyor. İlk defa oyunun çekim merkezine ve kameralara bu kadar yakın. Meşin yuvarlağı kontrol edip sol kanattaki takım arkadaşına atağı geliştirecek bir pas vermek istiyor. Sahaya göz gezdirip pasını atmaya çalışırken sol ayak bileğine aldığı darbeyle rüyasının ayakları çatırdıyor. Göbekli politikacı absürt vücudunu soktuğu formanın içinde, kramponu ile adamın bacağından yolduğu derileri çivili kramponunun altından temizliyor. Adam, parçalanmış kramponu ve içindeki ayağa, kırılmış tarak kemiğine dehşetle bakıyor. Yatakta bir kez daha sıçrıyor. Rüyadaki gözleri yatağının kucağında acıyla kısılmış tavana bakarken bedeni çimlerin üzerindeymişcesine iki büklüm, kasılmış, huzursuz. Uyumasının zaman alacağını düşünürken, düşündüğünden daha hızlı rüyaya geri dönüyor.
Yeni başlangıç. Başlama vuruşu. Skorboardda “GOOOLL!” yazıyor. 30 dakika olması lazım. İleri gitmesi gereken dakikalar 30’dan geriye saymaya başlıyor. Top geliyor, politikacıya bir vücut çalımı atıp sıyrılıyor. Pas yerini buluyor. Dirsek kaburgasını çatlatıyor. Bir sonrakinde burnu kırılıyor. Son seferinde kafa topuna sıçramak isterken iri stoperin altında kalıyor. Sakatlandıkça oyuna sedye giriyor, yedek kulübesine değişiklik işareti yapılıyor, takım golü yiyor, adam hüsrana uğruyor. Sahada ayakta durmak için tüm gücünü harcarken rakiplerinin ön yargılarını savuşturmaya çalışıyor. Kimin ön yargıları? Onların mı kendinin mi? Yorgun. Artık rüyadan çıkmak istese de biri ya da bir şeyin buna izin vermeyeceğini biliyor. Zihni rüyaya bağlanmışken bedeni iki dünya arasında gidip gelmekten bitap düşmüş durumda. Vazgeçmek üzere. Vazgeçmek kolay. Yine ve yeniden başlama vuruşu yapılmak üzere. Gözlerini açtığında rakip yüzlerde bazı arkadaşlarını ve yakınlarını görüyor. “Yapamazsın…” diyenler karşısında. Sorgulayıcı gözler ona bakıyor, vazgeçmesini bekliyor. Onu ezmeye çalışıyorlar. Göz heyecanla neler olacağını izliyor; hayalini kurduğu tatlıyı yiyemeyebilir. Tekrarladıkları olumsuz fısıltılar adamın enerjisini tüketiyor, bedeni, ayakları güçsüzleşiyor. Her defasında top çizgiyi geçiyor, kalesine gol oluyor. Her yanlış seçim, olumsuz hareket tribünlerde, hakemler ve oyuncularda “Ben demiştim! Biz demiştik!” cümlesi ile cisimleşip sırtına biniyor. Vazgeçmeli. Hem ilk defa kaybetmiyor. Bu güne kadar alışmış olmalıydı. Alışmışlıkların, törpülenmiş arzuların heykeltıraşı değil miydi zaten hayat? Adam ihtişamlı kaybedenlerden. “Ben söylemiştim!” cümlesini ilk defa duymuyor. Başı zonkluyor, ruhu sıkıntılı diş gıcırtılarıyla dolu. “Yeter!!” diye bağırıyor. Kendine acımaktan ve kendine acınmasından nefret ediyor. Çığlığının üzerinden birkaç saniye geçti. İsyanının ortasında bir cümle doğuyor. Vazgeçmeyen bilinci net bir düşünce ile aydınlanıyor; “Bu sefer kaybetmeyi düşünmeden oyna. Umursamadan. Son rüyanmış gibi. Kendin gibi oyna. Sihrini göster…”
Düşünmeyi bıraktı, gözlerini kapattı. Rüyasını geriye sardı. Göz büyük bir şaşkınlıkla açılıp hayret ve hayranlıkla rüyasını eline alan adama baktı. “Tatlı geliyor!” dediği hep aç gözünden okunuyordu. Rüyadan fışkıran enerji, çeşitlilik ve lezzeti Göz’ü döndürüyordu. Keyifle gece yarısından beri şişirdiği bilincinin göbeğini okşadı.
Tribünün sesi artmış, rakip takım sus pus olmuş adama bakıyordu. Beyaza kesilmiş yüzü, gözleri sertleşmiş, dudakları titreyerek oynamaya başlamıştı. Sınırı geçmişti. Ağzının içindeki bir kaç cümle tanıdık bir tezahuratın melodisiyle yuvarlanıyordu. Öfkeli, mücadeleci ve sınırsız bir istekle yoğruldular dişleri arasında; “Her şeye inat, her şeye rağmen inadına yaşamak! Yaşamak ve yaşatmak için vazgeçmeden mücadeleye devam!…”. Birkaç saniye sonra fısıltı tüm tribünlerde yankılanan bir tezahürata dönüştü. On binlerce kişinin tek ağızdan çıkarcasına söylediği bir haykırış. Davul sesleri mücadeleyi arzuyla övüyor, sallanan bayraklar kendini ritme kaptırmış şanlı bir kavganın başlangıcını haber veriyor. Yanan meşaleler omuz omuza zıplayan taraftarın bir görünüp bir yok oldukları fantastik bir dünyanın yanardağlarından yükselen dumanlarına benziyor. Adam alev alev. Tezahüratın nakarat kısmı hep bir ağızdan arka arkaya üç defa haykırılıyor; “Vazgeçersen Kaybedersin! Ancak SEN! Sen vazgeçersen kaybedersin!”
Tüm düşüşlerinin, tüm yaralarının onu buraya getirdiğini biliyor. Ayakları koşmak için hevesli, ikili mücadelelere hevesli, topla buluşmak için can atıyor. Karşısında duran yüzsüz rakipler artık rüyasının başından beri gördüğü tüm o şeylerin birleşimi, başka türlü mücadele etmelerine imkan yok. Adamın rüyasındaki ısrarını kırmak için sınırlarını zorlamak durumundalar. Çok elli, çok ayaklı, çok başlı karışık varlıklar. Adamın yüzü keskin ve manidar bir gülümseme ile aydınlık. Bir şeyi ne kadar isterse olumsuz karşılığın o kadar büyüdüğünü biliyor. Bu sayede arzularının ve isteklerinin kıymetlendiğini, gerçek hazzın inadına bu mücadeleyi vermek, engelleri aşmak olduğunu kavrıyor. Göz’ün elleri olsa alkışlayacak. Onun yerine duygulanıp yaşarıyor.
Mücadele yeniden başlıyor. Karışık rakip sağ kanata inip defansı şaşırtıyor, avut çizgisi ile ceza sahasının kesiştiği köşeden kalecinin uzanamayacağı ceza sahası yayına doğru golün ortasını yapıyor. Kaleci boşta. Bir diğer karışık rakip gol vuruşu için topa dokunuyor. Top sekerek kaleye yöneliyor. Adam her şeyini ortaya koyuyor, koşuyor ve zorlanan bacakları, ayakları “Kaybetmeme izin vermeyeceğim!” dercesine çizgiye yönelen topa hamle yapıyor. Tüm tribünler yenilen golün buz kesen sessizliğine gömülmeye hazır. Adam hazır olan hiçbir şeyi kabul etme niyetinde değil. Maçı sunan spiker golü anons etmek için hazırlanırken bir ayak topu çizgiden çıkarıyor. Göz hiç olmadığı kadar tok. Tüm stat, rüyadaki hayat, şeyler sessizliğe bürünüyor. İzleyen herkes adamın çıkardığı topun tanıklığını paylaşıyor. Önce bir iki çığlık, ardından birbirini takip eden zafer nidaları, tüm tribünlerde yankılanan alkış seslerine dönüşüyor. Şimdi herkes o. Herkes rüyasında ölmüş, yaralanmış, törpülenmiş o. Her biri rüyada bir sonraki aşamaya geçmesini sağlayan “kendisi”. Yaraları tanıdık. Her birini ve toplamda kendini daha derin anlıyor. Skorboard çalan bir saate dönüştüğünde, stadın tenteleri üzerinden sızan ışık ile perdenin kenarından doğan güneş aynı evrende buluşuyor. Uykulu gözlerle telefonunu eline alan adam çalan alarmın üzerinde yazan “Maç Sabahı!” yazısını okuyor. Yarı uykuda rüyasının sahasındaki ayaklarına bakıyor; yok. Tüm oyuncular ayaklarına bakıyor; yok. Tribündeki seyirciler, ayaklarına bakıyor; yok. Göz kendine bakıyor, şişmiş bilinci haricinde aynalarda bile yok. Göz hala iştahla şapırdıyor.
Adam gözlerini açtığında uzakta öten birkaç kuş sesi ve tavanda gardırobun aynasından yansıyan ışıkla karşılaştı. Bir Ağustos sabahında pikeyi kaldırıp yatakta oturdu. Yere doğru uzattığı bacaklarına, ayaklarının olması gereken yere baktı; baktığı yerde ona bakabilecek ayakları yoktu. Protezlerini giydi ve yeni günün yeni engellerini yıkmak için ayağa kalktı. Cumartesi sabahıydı. Karısı akşam uyuyamadığı uykuyu telafi etmeye çalışırken adam sessizce kahvaltı etti, traş oldu, banyoya girdi, ütü yaptı. Aynaya bakarken tribünde duyduğu tezahüratı mırıldanıyor yeni başlayacak ligin ilk maçının heyecanını yaşamaya başlıyordu; “Vazgeçersen Kaybedersin! Ancak SEN! Sen vazgeçersen kaybedersin!”. Dün akşam yatmadan önce diğer odada hazırladığı aidiyet ve mücadelesinin formasını giydi. Büyük, tekil, bilinci tokluktan şişmiş bedeni ile Göz gardırobun aynasında kendini görmeye çalışmaktan vazgeçti. Kendini hiç bu kadar iyi ve bir taraftan da bu kadar kötü hissetmemişti. Sanki şimdi daha büyük, sınırlarını zorluyor. Adam tam kapıdan çıkmak üzereyken dudaklarındaki garip gülümseme ile Göz’e doğru döndü ve tam içine baktı. “Bir bedenin olsaydı” dedi adam. Göz şaşkın. “soda önerirdim ama… Şu haline bakınca sana önerim başkalarının rüyalarından beslenmek kadar hazmetmeyi de öğrenmen… Sonuçta herkesin rüyası kendine ait… Göze göz, düşe düş…” diye ekledi. Dehşete kapılan Göz kabarmış bilincinin gittikçe büyüyen göz bebeğini ovalayıp rahatlatmaya çabaladı. Adamın onu nasıl gördüğünü, hangi ara farkına vardığını düşünür, kimin kimi rüyada gaza getirdiğini anlamaya çalışırken kan çanağına dönen akı artan sancıya daha fazla dayanamadı. Geğirmeye, rahatlamaya çalıştı. Gözü doymayasıca büyüdü, olmayan boğazına oturan rüyaların zenginliği ile şişkinliği arttı. İnsani kulakların duyamayacağı bir gümbürtü ile patlayıp havaya karışmadan önce tavanın o karanlık köşesinde adamın hayal gücü ve rüyaları ile çatlamış, patlamış nice gözün toplu mezarını dehşetle fark etti. Gözünün önünden birkaç saniye içinde binlerce yıldır emdiği, beslendiği tüm o rüyalar geçti. İçi dışına çıkmadan önce korku dolu o son bakışını attığında adamın formasının arkasında yazan yazıyı okudu; “Vazgeçersen kaybedersin”…
http://fabilog.com/vazgecersen-kaybedersin-murat-dural/