Kocaman açılmıştı gözleri. Sinirinden çakmak çakmak bakar olmuştu. Haykırdı suratımın orta yerine; ‘ne her düşündüğünü söylemektir samimiyet, ne de ikiyüzlülüktür saklamak. Bu sadece hayat demektir’
Aramızdaki 30 yaş farkın bilgeliğini ses tonuna sığdırmak için çaba gösterir gibiydi, fikrine saygı duymam, ikiyüzlü olmadığına ikna olmam için tartışmanın orta yerine bıraktığı bir ağırlık.
Ama olmadı. Belki hayatın kendi ikiyüzlüydü ama bu fenalığa eyvallah çekmek, fenalığa çanak tutmak değil miydi? Çıkarlar sonucu davranış stratejileri belirlemek samimiyetin sırtına balta indirdiğinden sahteliğin ta kendisi değil miydi? ‘Ben artık insanları tanıdım, onlar böylesini istiyorlar’ ın alt metni, ben artık o insanlardanım demek değil miydi?
Nabza göre verilen şerbetler yüzünden atmayı sürdürmedi mi hasta nabızlar? Düzeni iyileştiremeyiz elbette ne de hasta nabızları.. ama kimse koymazsa o meşhur taşın altına elini bu oyun nasıl bozulur? Bu hasta başlar nasıl öne eğilir, sırtları sıvazlanmazsa daha fazla, maskeleri düşmez mi, bu oyun sonunda bitmez mi?
Daha fazla sinirlendi, uzlaşmaktan giderek uzaklaşmanın hissettirdiği yabancılaşma… Yabancılaştık, ötekileştik oracıkta. İki bambaşka insandık artık. Bu ayrılık tüm birleştiklerimizi de ayırdı sanki. Bağırdı, üzüldü, yaralandı. Gitti.
Tek bir doğru yok diyerek gitti. Ama doğru tekti.
Peki kalmak istemediğinden mi gittin, gitmen gerektiğinden mi?
Her ikisi de.
Kafamın içinde düşünceler. Erdem, ahlak, etik üzerine. Onursuzluk, ikiyüzlülük üzerine. Gerçek ve sahte üzerine. Belki doğru söylüyordur, doğru tek değildir. Peki bu doğru benim doğrumu da doğru yapmaz mı?
İyisi mi kedinin yanına kıvrılıp uyumalı.
Ve perde indi.