Elim kapının tokmağında duruyordu. Ne çekebiliyordum elimi, gidebiliyordum. Ne de tokmağı döndürüp içeri girebiliyordum. Capcanlı bir pembeydi kapının rengi, siyah bir tokmak. 3 numara… Üç yılımın her dakikasında, her anılarımda koşup geldiğim bu ev. Bu kapı, bu paspas… Bu rutubet kokan apartman. Kokular hiç mi değişmez? Üç yıl önceki o geceyi hatırlıyorum da aşk bizi en dipteyken mi buluyordu. İnsanoğlunun en çaresiz ve mutsuz anında yapamayacağı şey yoktu belki de. Babamı kaybetmiştim o gece. Yağan yağmura aldırmadan tepedeki parka gidip oturmuştum. O gece bir değiş tokuş yapmıştı hayat bana. Babamı benden alıp Okan’ı yollamıştı.
“Şu an ne yapmak isterdin? Güzel bir soru sormuştu bana. Sahi şu an ne yapmak isterdim? Onunla konuşmak ama konuşuyordum zaten. Bunun dışında? Yüksek bir yerden bütün şehri izlemek isterdim. Bütün ışıkları, sesleri hissetmek isterdim. Sadece anlatmak isterdim. Sadece anlatıyordum ona. Yanımda adından, ne okuduğundan ve hangi semtte oturduğundan başka hiçbir şey bilmediğim şu adama. Yirmi iki yaşında olan şu gencecik adama. Onunla konuşurken huzur doluyordu içime. Uzun zamandan beri ilk defa biriyle konuşurken yorulmuyordum. Huzur buluyordum. Elindeki bira şişesini dayadım ağzıma ağlarken. Sonra o rutubet kokusu. Ahşap bir masa. Üstündeki yarısı yenmiş elma. İçi boş sürahi. Beyaz çarşaflar. Gün ışırken çıplaktım. Okan sımsıkı sarılmıştı bana. Lavanta kokusu. Ballı süt. Sıcak ekmek. Annem öldüğünden beri –neredeyse on yıldır- ilk defa biri bana kahvaltı hazırlamıştı.
-Kaybettiğim bir şeye benziyorsun. Bulmuşum gibi. Tekrar gel.
Hiç konuşmadan gülümseyerek çıktığım o evi iyi kazımıştım hafızama.”
Şimdi veda zamanı mı? Hazır değilim ki. Hayatımın merkezine Okan’ı öyle sabitlemişim ki. Ayaklarım geri geri giderken içimin boşalmasından, hiçleşmekten korkuyorum. Öyle çok değişmişim ki onunla. Öyle çok büyümüş, olgunlaşmışım ki. Tırnağımın etten ayrılması gibi apartmandan çıkıp sokağa karışmak…
“O apartmana ikinci gidişim boyunbağımı orada unuttuğum içindi. Elleriyle boyunbağım arasında gidip gelmişti elim. Yumuşacıktı. Elleri ve kumaşın dokusu. Yumuşacıktı, beyaz çarşaflar. Yumuşacıktı teni, tenim. Soluğu, soluğum. Yine lavanta kokusu, yine ballı süt.”
Şimdi içeri adım atmak ise; bir savaş. Mutsuz olacağımızı bilmemize rağmen belki galip geliriz diyebilmek. Savaşırken oklarımızı birbirimize fırlatmak ve kanatmak dokunduğumuz tenleri. Öperek, dokunarak kanayan yerlerimizi sarmak. Öyle yorucu ki onun o çelişkiler dolu beyni. Benden hem nefret ediyor, hem de seviyor. Belki de sevmiyor, sadece sevişmek için kullanıyor beni. Her kavga sevişmeyle sonlanıyor. Kavga ve seks dışında çok fazla görüntü gelmiyor hafızama. Oysaki ben o lavanta kokusunu duymak istiyorum.
“Bardağı sehpanın tam ucuna koydu. Bardak düşecek dedim. Düşsün bir tek kırılmayan o kalmıştı zaten ikimizin arasında dedi. Sandalyeden kalktı, bardak düştü. Yer yer pas lekeleriyle bezeli fayansların üstünde cam kırıkları vardı. Odadan çıkarken yüreğin pörsümüş senin dedi. Gururum incinmişti. Elimdeki meyve bıçağını yüzüne fırlatmak geçti içimden. Yapamadım sandığı kadar duygusuz değildim.”
Elimi çektim kapının tokmağından. Apartmandan çıktım. Kar yağıyordu. İncecik… Daha yollarda birikmeye başlamamıştı bile. Yukarı kaldırdım kafamı, gökyüzüne baktım. Un eliyorlardı sanki üstüme. Tepedeki parka giden, yirmi dakika süren o yolu otuz dakikada yürümüştüm.
Hayatımın ilk karıydı. İlk beyazlığımdı…