Sigaramın dumanı havada daireler çizerek dağılıyor. Küçük daireler ben dumanı üfürdükçe büyüyor. Gözlerimi kısıp tek elimi sağ cebime atıyorum. Sigaram tek elimde kalıyor, son bir nefes daha alıp atıyorum izmariti. Gelmesini bekliyorum; her zaman buluşup görüştüğümüz sokak sinemasının önünde, kaldırımın bir köşesindeyim, gözlerim dalıyor ve ben bekliyorum, gelmesini bekliyorum. Olur ya yine belki denkleşiriz bu sinemanın önünde. Şu eski sanathane yine yeni bir şeyler kazandırır bize. Belki kalbim bir ritim daha hızlı atar. Yumruğumu sıkarım onu görünce. Bileğime güç gelir. Gözlerim büyür belki. Görüşüm netleşir onunla; gözüme ışık gelir. Aydınlanırım.
Kimsecikler görünmüyor.
Benim evveliyatım gibi hayallerim gibi boş ve karanlık bu sokak. Ümitsizliğe kol açmışım kanat çırpmışım. Belki de artık ümit benim. Ümitsizim.
İmkânsız ya bu hadise, lakin ben yine de gelmesini bekliyorum.
Aniden yağmur bastırıyor. Kararan hava hıncını dışarı püskürtüyor; rahatlıyor. Sicim gibi etrafa dağılan iri yağmur taneciklerinden nasibime düşeni alıyorum. Rahatsız ya da şikâyetçi değilim bu durumdan, aksine bu hoşuma bile gidiyor. Mübarek, bir anda sele boğuyor her yeri. Hava eski rengine geri bürünüyor: açık gri.
Birden beklemekten sıkılıyorum. Ruh halim değişmeye pek müsait. Sıkça sorgularım kendimi. Bunların izahı yok.
Sigara paketimden bir tane sigara daha çıkartıp elimi yağan iri su damlacıklarına karşı siper ediyor, çakmakta yanan ateşin sönmesini engelleyerek yakıyorum sigaramı. İçime içime çekip orada serbest bırakıyorum zehri.
Zehir içimde dağılıyor hissediyorum.
Şu koca caddedeki insan yığınının arasında hala görünmüyor.
Etraf şuaralar çok kalabalıkta; yağmurun bastırmasıyla insancıklar oradan oraya dağılıyor.
Şu kaçışan âdemoğlu nasıl da tuhaf görünüyor gözüme. Şaşırıyorum. Gözbebeklerim büyüyor.
İyice secdegahımı da şaşırdım şimdilerde. Diğer bir değişle huzura giden doğru yolu bulamıyorum. Belki bu halin fizyolojik, psikolojik filan izahı vardır deyip gülümsüyorum.
Ruhum bulanıyor, bıkkınlıkla derince bir nefes veriyorum dışarıya. Soğuktan olacak ki ağzımdan pöfür pöfür duman üfürüyor. Ceketimin iki yakasını yukarı kaldırıyor yüzümü cekete gömerek ilk gördüğüm kitapçıya giriyorum. Cam kapıdan girdiğim anda beni içeride ahşap bir hazine karşılıyor. Aman Yarabbi’m. Nasıl bir yer burası? Dört duvarı kitaplarla kaplı otantik bir havaya bürünmüş, tabiri caiz çok değerli bir hazine. Gözlerimi kalın kaplı kitaplardan, ansiklopedilerden, çeşitli dergilerden alamıyorum. Kitap sayfalarının altın sarısı bana, sızısı büyük, inadı çok, aşkını satır satır kelimelere aktaran bir yüreğin koyu bir mürekkebe bulanmış kâğıtla olan sentezini çağrıştırıyor. Şimdiye kadar yapılmış en değerli sentez, en doğru tetkik. Kitaplara karşı evvelden beri zaafım var. Yerde üzeri karalı bir kâğıt görsem alır okurum. Evimdeki ufak çaplı kütüphanemin de hakkını vermeye çalışıyorum.
İçerisi ıhlamurla karışık kitap kokuyor. Rastgele bir rafa yaklaşıp elimi uzatıyorum kitaplara doğru. Dışarıda yağmurun ince sesi…
Kitaplar beni içine hapsediyor.
Yakın tarihin mecralarından birkaç tanesini seçip alıyorum. Vakit başka türlü geçmiyor evde, insan yalnız olunca bunlara bel bağlıyor mecbur.
Keşke herkes bunlara bel bağlasa.
Mecraların parasını neredeyse seksenli yaşlarına varmış olan ak saçlı bir bey amcaya uzatıyorum. Emekli edebiyat öğretmeni olmalı. Bende o izlenimi yaratıyor.
Bey amca bana ülkenin halinden dert yanıyor, biraz laflıyoruz ayaküstü.
—Edebiyat içimde sönmeyen bir ateştir benim.
Üzeri hiç küllenmeyen, her söndürmeye çalıştığımda harlanan bir alev misali yanan,
Dur durak tanımayan öylesine güçlü, öylesine tükenmez bir alev.
Bey amca sakallarıyla oynuyor. Gülümseyerek cevap veriyorum soru sormadığı halde. Başka bir günümde olsam kafamla onay verir geçerdim. Niyeyse konuşasım geliyor bu bey babayla.
—Hiçbir kelime tam manasıyla edebiyatı karşılamıyor, bana göre de. Ama haklısınız, insanı yakıyor edebiyat. Yazsan da yanıyorsun, yazmasan da.
Bey amca kafa sallamakla yetiniyor, mırıldanıyor sonra:
—Sen yanmazsan ben yanmazsam biz yanmazsak…
Şiirine eşlik ediyorum.
—Nasıl çıkar karanlık aydınlığa…
Aldığım mecraları kolumun altına sıkıştırıp, sicim gibi yağan yağmurun altına atıyorum kendimi. Zihnimde kitapçıda tesadüf ettiğim bilgiç, konuşkan bey amcanın sarf ettiği sözleri yankı buluyor bir anda.
“Edebiyat içimde sönmeyen bir ateştir benim.
Üzeri hiç küllenmeyen, her söndürmeye çalıştığımda harlanan bir alev misali yanan,
Dur durak tanımayan öylesine güçlü, öylesine tükenmez bir alev.
İnsan bildiğini bilmezden, gördüğünü görmezden gelemez, gelirse aptallık etmiş olur evlat.”
Hızlı adımlar atıyor, beynimdeki bütün düşüncelerimden sıyrılarak, kendimi Eminönü’nün sahiline atıyorum.
Etrafta iyice sessizleşti.
Tek bir insan dahi kalmadı. Herkes evinde yağan yağmurun tadını çıkarıyor besbelli. Gözlerimi kısıyor çöküyorum denizin kenarındaki büyücek olan kayalığa. Hallice belli ediyor kendini mübarek. Yağmur damlalarının sesi, gökte süzülen bir martının kanat çırpışına karışıyor, deniz adeta öfkeli, köpürüyor oradan oraya.
Zihnimi Orhan Veli’nin bir kaç mısrası zapt ediyor. Geminin çalan düdüğüne karışıyor aklımdaki mısralar, bütünleşiyorlar.
Sahi, Orhan Veli’de İstanbul şiirini evinin camında elinde beş çayını içerken yazmış olacak değil zağar, İstanbul’u yaşamak, hissetmek, izlemek, dinlemek lazım gelir.
Ve bende şuan şimdi…
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı…
Yağmurun her damlası üzerime var gücüyle hücum ederken artık evime gitmek gerektiğini fark ediyor, ayaklanıyorum yavaşça. Çatıların altına girmemeye özen gösterip yolun inadına en ortasından yürüyorum. Madem yedik yağmurun şifalı suyunu, hakkını vermek gerek.
Apartmanımın önündeyim. Kafamı kaldırıp bakıyorum göğe. Yağmur durmuş, ardında yalnızca kara bulutları bırakmış. Dünyanın döngüsü de bu değil midir? Asıl olan gider aracısı kalır. Bizi buna alıştıran insanoğlu utansın deyip çıkıyorum evime…
Mermer merdivenlerin üzerinde her adımımda ıslaklığımı bırakarak çıkıyorum. Sağ cebimden anahtarımı çıkarıyorum. Ellerim buz gibi olmuş soğuktan titriyorlar. Tutamayıp düşürüyorum. Anahtarlar yere büyük bir gürültüyle düşüyor. Eğri belimi iyice eğriltip alıyorum yerden anahtarları. Zor bela açtığım kapıdan atıyorum kendimi içeriye. Hızlıca üzerimdeki ıslaklıktan kurtulup salona geçiyorum. Evden çıkmadan masamın üzerinde bıraktığım okurken yarım kalan kitap çekiyor dikkatimi. Masaya doğru yanaşıp elime alıyorum.
En zarif adamın…
Cahit Zarifoğlu’nun bir kitabı.
Yedi Güzel’i şiirlediği bir kitap. “Yedi Güzel Adam.”
Titreyen ellerimle gözlüklerime uzanıyor alıyorum masadan.
Gözlüklerimi takıyor, başlıyorum okumaya.
***
Kapının çalmasıyla irkiliyorum. Beklediğim kimse yok. Yalnız yaşayan, artık yalnız bir adamım ben. Kitabı elimden bırakıp kapıya yöneliyorum. Karşımda bizim apartmanın görevlisi. Hamdullah Bey:
—Bir hanım uğradıydı sizden evvel beyim. Evde yok dediydim. Biraz bekleyecek oldu, gönderdim, git bugün gelmez dedim. Elinde bavulu vardı. Mektup bıraktıydı size. Bırakayım dedim beyim.
(Cebinden bir mektup çıkarıp bana uzatıyor.)
—Sağ olasın. Nasıl bir hanımdı?
Gelmiş olabilir miydi?
—Boyu uzuncana, zarif bir hanımefendiydi. Birkaç kere gördüydüm sizin evden çıkarkene.
Boğazıma bir yumru oturdu. Yahu be adam madem benim evde gördün ne diye geri yollarsın ki? Ne diyecekti acaba? Gitmiş miydi? Nereye peki? Ayrılma mevzusunu konuşurken de bahsetmememişti bana böyle bir hadiseden. En iyisi bir mektuba bakmak. Tamam deyip yolladım bizim Hamdullah Beyi.
Titreyen parmaklarımın arasında duran mektubu sıkıca tutup oturdum bir köşeye.
“Sana bu satırları yazmak, inan gitmekten daha zor. Lakin mecburum. Birbirimize olan yakın münasebetimiz bu mektupla ve benim için kalkan son trenle bitecek. Aslında bu mektubu sana elimle getirmeyecek birisi vasıtasıyla yollayacaktım lakin bir açıklamaya ihtiyacın var diyerek kendim bırakmaya karar verdim. Geldiğimde oturur, bir çay içer belki biraz laflarız. Anlatırım sana sensizliğin ne ağır bir bedel olduğunu.
Oysa ben ne çok isterdim seninle yeni bir hayata atılıp, yine o sokak sinemasının önünde seni beklemek, bekletmek. Artık bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Birbirimize öyle kırıcı sözler sarf ettikten sonra bir de. Beni sevmediğini düşünüyorum artık, sen ne kadar bunun aksini iddia etsen de. Ankara’ya gidiyorum. Halamın yanına oraya yerleşeceğim artık. Dönmeyeceğim bir daha geriye. Geçen beni bekledin yine o sinemanın önünde. Seni gördüm. Lakin cesaretimi toplayıp yanına gelemedim gelseydim eğer yine aynı şeyler yaşanacaktı. Korktum ben. Affet beni. Hoşça kal.
K.”
Çok kırdım onu farkındayım. Yıprattım ikimizi de. Lakin telafisi olmaz mı her hatanın?
Çok geç kalmış mıyımdır deyip bakıyorum saatime. 16:00. Son tren 16:40 bugün. Mektubu elimde sıkıştırıp atıyorum kendimi sokağa. Yağmur yağıyor sicim gibi. Kara bulutlar terketmemiş damlacıkları. Gizlenmişler sadece. Peki ya biz?
Koşuyorum sadece. Kulaklarım uğulduyor. Paçalarım sırılsıklam. Gözlerim geçecek tek bir taksi arıyor.
Yok.
Caddeye çıkıyorum hala bir taksi görünmüyor. Koşuyorum. Koşuyorum. Neredeyse yolu yarıladım. Bir taksi geliyor karşıdan. El ediyorum içi dolu, durmuyor.
Ayak tabanlarım sızlıyor. Atıyorum kendimi bir taksinin önüne. İçi dolu.
Kapıyı açıp biniyorum. Aciz insanlar. Gözüm dönmüş, bu halimden korkup iniyorlar.
Sür, çabuk sür, Haydarpaşa Garına…
Saate bakamıyorum.
Taksiden iniyorum.
Koşuyorum.
Yetişemiyorum.
Telafisi olmayan hatalar yapmamanız dileği ile…
-SON-