Her cümleyi ona bağlama isteğimi sonlandıramıyordum. İsmim geçse içimden , yanına ismini ekliyordum. Hiç görmediğim bu insanın yokluğuyla bir türlü başa çıkamıyordum. Hep varmış gibi yaşıyordum , hep hayatımdaymış gibi…
Canım yansa ona sesleniyordum , tutsun ellerimi kaldırsın istiyordum. Ama o hiçbir zaman yoktu ki. Hem ben düştüğüm yerden kendim kalkardım. Kendim sarardım yaralarımı. Kendimin yara bandı hep bendim. Ama şimdi yokluğunu reddederek bütün gerçeğe rağmen , bana yardım etsin istiyordum. Seslensin , bir şeyler söylesin. Fotoğraflarına pür dikkat bakıyordum , belki bir mimik oynar diye. Belki göz kırpar diye. Bir kere görmüştüm ya bir fotoğrafta , hep olur sanıyordum. Sanılarla yaşıyordum. Ama bu sanılar içimin sızısı oluyordu. İçim sanıyordu.
Onu da alıp buraları terk etme düşüncem , onun zaten buraları terk ettiği noktada çıkmaza düşüyordu. Benim de tam o noktada tek başıma çıkamayacağım bir sokağa yolum düşüyordu. Üstelik ben de o yolda sürekli düşüyordum.
Sürekli düşüyordum. Çekirdeğe bir türlü ulaşamıyordum ama magmadan daha acı bir şey yakıyordu canımı. Canım çok acıyordu. Ölüm bütün sanılarımı acıya çeviriyordu. Oysa ben ikisinin de ne hissettirdiğini tercümeye gerek kalmaksızın biliyordum. Bilmediğim tek şey burada , ölüm oluyordu. Ama onu da bir türlü kabullenemiyordum. Ben veto verdikçe , farklı cümlelerde karşıma çıkıyordu. Daha fazla karşı çıkamayacağım bu prosedür , içime işlemiyordu. Ama ölüm içime çok işliyordu.
Bu yokluk , bu hiçlik…
Göğsüme , onun varlığı geçirilmiş bir iğneyle nakış nakış işleniyordu.
Bu benim ölümle ilk tanışmam oluyordu.
Merhaba , merhem olamadığım ilk yaram.