Sahtiyana sarılıp, muhafaza altında alınmış bir zaman diliminde gözlerini açtı. Perdenin şeklinden, havada asılı kalan sigara dumanına kadar bir şeylerin külliyen değişeceğinin belirtileri vardı odanın her yanında. Yatakta doğruldu. Doktorun ihtarını kulak ardı edip, aç karnına sigarasını yaktı. Kendi ömrü kısalırken, havadaki duman kümesinin ömrü uzuyordu. Üçün beşin hesabını yapan bir adam olmadığı için böyle detaylara takılmazdı. Parçadan ziyade kendisini ait hissetmediği bütünlerle ilgilenirdi. Bestekârın kaleminden yanlış çıkmış bir nota veyahut bir yap-boz oyununda olmaması gereken bir parçaydı. Bulunduğu her bütünün ahengini zedeliyordu. Toplumunki dahil.
Gözüne kaçan sigara dumanının canını yakmasını önemsemeden kalktı yatağından. Gece yanan sobayı ayasıyla yokladı. Belli belirsiz bir sıcaklık. Normal bir sabahta mutfağa gidip çay suyunu koyması gerekirdi ancak bu sabah elinde simitlerle gelecek o doktor olmadığı için tenezzül etmedi. Islık koyuluğunda bir küfür uçtu dudaklarından. “Sikeyim böyle sabahı!” Aklının labirentlerinde aynı kâbus dönüyordu. Metrajı sonsuz ve kusursuz bir dram filmi.
“Gerçekten Almanya’ya gitmek zorunda mısın?” diye sormuştu Firuze’ye Kabataş sahilinde hep oturdukları masada. Bardağını dudaklarından ayırıp yutkunduktan sonra cevaplamışı Firuze, “Bak, orada ablam var ve gideceğim hastanedeki Türk doktor her şeyi ayarladı.” Abarttığını söyledi, “Sadece iki yıl sürecek. Ayrıca tatillerde geleceğimi biliyorsun.” Evdeki kitaplığının gözlerinde tam üç ayrı bölüme ait lisans diplomalarından oluşan bir koleksiyon vardı lakin hiçbir şey bilmediğini fark etti o an. Sıklaşan nefesinin müsebbibi boğazına dolanan yirmi altı düğümlü bir urgan gibiydi. Yağları sakallarından boynuna damlayan bir urgan. Beynine oksijen yetiştirmek için daha hızlı atan kalbi, genişleyen damarları bu değişimi reddediyordu. Kaybedilmek üzere olan, şansız bir direniş mevzisiydi bu masa. Onca şiirden, kitaptan Firuze’nin fikrini değiştirecek tek cümle bile gelmiyordu aklına.
Dâhiyane bir fikre kapılmışçasına gözleri parlayan genç kadın ileri atıldı. Sen de benimle gelsene, dedi gür bir sesle. Uğuldayan beyni sanki fırlayacakmış da mani olmak istiyormuş gibi gözlerini ovuşturan Çağlar’dan delice bir kahkaha yankılandı. “Buradan eve gidebilmek için Akbil doldurduğum parayı bile zaman zaman babamdan aldığımı unutuyorsun.” dedi. “Kendi imkânlarımla Edirne’ye kadar gitsem parasızlıktan sınırda takılırım.” Firuze’nin bu fikri kendi sorumluluğunu savmak için ortaya attığını hissediyordu. Beyni o kadar durmuştu ki, genç kadının hareketlerini çözümleyip olasılıkları hesaplamak imkânsızdı. Bilinç seviyesi düştükçe hissikablelvukudan daha evlâ bir seçenek söz konusu olamıyordu.
İkinci Bölüm
Hakikatin üstündeki perde indikçe, sakladığı gerçekler ortaya çıkmaya başlamıştı. Yere çömelip, kaplamasını dahi zor ısıtan sobaya yaslandı. Geçmişini muhakeme ediyordu hâlâ. Çocukluğunda bile futbol takımlarına seçilmişliği yoktu. Vasatın altındaki bir çocuğun sıradan yetişkinliğini yaşıyordu ve sabahın içini titreten ayazında, huzurevine terk edilecek bir adamın gençliği olduğundan ise emindi. Yirmi altı yıllık nedensellik zincirinin değişmesi için ortada herhangi bir sebep yoktu. Ah bu gerçekçiliği! Onu beynindeki saatli bomba gibi işleyen kistin insafına bırakan gerçekçiliği!
Evden aç karnına çıktı ve insan yığınlarıyla boğuşarak ofisine vardı. Yine metinler yazıp insanları eğlendirmesi gerekiyordu. Kendi tabi olmadığı bir kültürün yaratıcı sınıfındaydı. Gözlük camlarının arkasından ekrana bakarken İnternette yapılacak ve o sıralar çok revaçta olan karakter testlerine komik metinler yazacaktı. Az önce boğuştuğu kalabalığı hatırladı. Gürültücüydüler ve pis kokuyorlardı. “Şimdi size komiklik yapmam lazım orospu çocukları.” diye mırıldandı, peşi sıra içinden başka bir ses yankılandı, “Ama matmazel, ruhları sökülüp alınmış cesetler şakalar yazamaz.” Haftanın her günü olduğu gibi parmakları yine tuşların üstünde gezinmeye başladı. “Yatakta Yatış Şeklinizden Sanki Varmış Gibi Karakterinizi Öğrenin!” Hayır, olmayacaktı. Çocukluğundan beri birbirlerine muhalefetten başka bir bok bilmeyen kalbi ve beyni bu kez aynı saftaydı. Onun için sıra dışı bir duygudurumdu. Sandalyeden ayağa fırladı. Montunu ve çantasını aldı. Ofis insanlarının yadırgayan bakışları altında kapıya doğru koşmaya başladı. Varolmanın yargılanmış olmak olduğunu bir kez daha idrak etti. Taksiye bindi. “Havalanına çek, dış hatlar terminali.” dedi. Sıralarını şaşmayan dakikalardan sonra istediği yere vardı. Cüzdanından birkaç banknot fırlattı taksiciye ve koşmaya başladı tekrar. Sözlüklerde arayıp da bulamadığı o kelimenin gidişine mani olmalıydı.
Firuze’nin saçlarını gördü. Pasaport kontrolü bitmiş ve uçağa doğru gidiyordu. Genişleyen akciğerlerine yeteri kadar havayı tek seferde topladı. “Firuze!” diye bağırdı. Güneş gözlüklerinin kapattığı yüzüyle sese dönen genç kadın irkilmişti. Gözleri dolmuş muydu, mahzun mu bakıyordu, göremedi. Üzgünüm, der gibi başını salladı Firuze. Kızıl saçları omuzlarından göğsüne düşüyor, kıvrımları Rönesans heykelleri kadar afilli ve efsanevi duruyordu. Her şeyin sonu gibi bu son bakışta en güzeliydi.
Kalemin ilhamı, imanın nesnesi gidiyordu. Kendisini çekiştiren güvenlik görevlilerine aldırmadan ellerini iki yana açtı Çağlar, “Gidersen bitecek, biliyorsun!” diye haykırdı. Ne pahasına bir terk edişti bu? Kabataş’ta çay içtikleri sahilden daha mı güzeldi gideceği yer ve hangi kariyer planı, masanın tahtalarına sıkışmış susamları kibrit çöpüyle dürtmekten daha eğlenceli olabilirdi? İşkence altında yapılan bir itiraf gibi kerpetenle sökülüyordu gerçek. Evet, Çağlar haksızdı. Kızıl saçlarının rüzgârda uçuşan telleri onun için sadece birer anıydı artık. Her saç telinin üstüne kazılmış farklı farklı anılar; zamanla hayale dönüşecek olan anılar. Bir dervişin zamanında öğrettiğini hatırlamak istiyordu: “Hayaller, hakikatlerden üstün değildir koçum.”
Uçağına doğru ilerleyen Firuze’nin adımları hızlanmıştı. Hayatta işine gelmeyen sahnelerden kaçma konusunda uzmandı adeta. Sadece attığı adımları sayabildi Çağlar. Tam yirmi altı adım sonra, geçmiş anıya dönüşmüş ve Firuze uçağa girmişti. Bir’den intikal eden her şey gibi toza dönüşene kadar asla geçmeyecek, hep aynı kalacak o sızıyı hissetmeye başladı zerrelerinde. Çağlar’ın aklından Latince bir avuntu cümlesi geçti: Et in pulverem reverteris. “Ve sonunda toza dönüşeceksin.”
Kendi ağırlığının altında ezilen dizlerini zar zor eve dönmek için hareket ettirdi. Dayanılmaz derece uğulduyordu kafasının içi. Duvarlar, yerdeki halı, kahve lekelerinden sararmış masa… Her biçim kendine ihanet edip simetrisini bozuyordu. Kafasının içindeki dünya, dış dünyayla en nihayetinde özdeşlik sağlamıştı. Ağırlaşan başını yastığa koyarken yaşlandığını hissediyordu. Zaman kendi koyduğu kaideleri çiğnemez, Çağlar ölüme yaklaşan insanların düştüğü bir yanılsamanın içindeydi. Güç bela yatağına uzandı. Çağlar’ın beynindeki basınç arttığı için burnu kanamaya başladı. Homeostasis, bu mürdimgiriz münzevinin elinden tutmak, biyoloji belki de son defa ona yardım etmek istiyordu. Başucundaki çekmeceyi açıp, el yordamıyla kalem buldu ve bileğini açık not defterinin üstüne yazmaya yetecek bir açıyla koydu. Kararlıydı, yaşadığı gibi ölecekti; yazarak. Yaşamda hissettiği son gayretiyle içinde bulunduğu durumun özetini çıkaran mısraları yazdı:
“Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden.
İtler bile gülecek kimsesizliğimize.”*
*Hüseyin Nihal Atsız: Yolların Sonu