Yeni tanıştığımız bir ailenin evinde yemek yeyip dinlendiğimiz süreyi saymazsak Save şehri üzerinden başlayıp 23 saati bulan yolculuğumuz boyunca kaç kere yıldızları saymaya kalkışıp başaramadığımdan sinirlenerek tekrar başladığımı, gündüzleri bulutların üstüne düşen güneşin fırça darbeleriyle kaç tablo çizmeyi hayal ettiğimi, kaç Ahmet Kaya şarkısına yüksek sesle eşlik ettiğimi ve kaç tane şiiri kayboluşlara armağan edip ilelebet hafızamdan sildiğimi bilmiyorum…
Her bir şehre yakınlaştığımızda uzaktan gördüğüm şehrin ışıkları ve hiç bilmediğim yolları bana artık hiçbir yere ait olamayacağımı haykırıyor ve git gide ne kadar yabancılaştığımı bu dünyaya… Ve her bir şehri ardımızda bırakışımızda yabancılık pencereye çarpan yağmur damlaları gibi zihnimde tıkırdıyor. Memleketimin bir önemi yok, benim hikayeme sadece gönlümün sokakları şahit…
Tebriz’e vardığımızda tuhaf bir sancı vuruyor sineme. Elbette ki bu Şems’in Rumi’den ayrılıp MEMLEKETİ olan Tebriz’e geldiğinde hissettiği sancı değil.. Yahut okuduğum romanın karakterlerinin başından geçenlerin acısı da değil… Düşünmekten ve sineme vuran sancıya sızlanmaktan vazgeçip bir anda aklıma gelen, evden çıkarken menekşelerime su vermeyi unuttuğuma hayıflanıyorum…Çocukluğumdan beri hayatımın önemli bir parçası olan bu yolları sevemiyorum artık, gidişlere, geri dönüşlere, yol işaretlerine, köprülere ve usanmadan tekrar tekrar kaç kilometre yol kaldığını gösteren tabelalara öfkeleniyorum..
Tebriz’e girdiğimiz andan itibaren caddelerinde, mahallelerinde Şems’e dair bir iz bulamamak beni üzüyor.. Oysa şiir sevdalılarına, şiir gibi sevdalalanlara Tebriz ancak ve ancak Şemsi hatırlatıyor.. Kim bilir belki de Şems’ini kaybettiği için bu kadar soğuktur Tebriz..
İster istemez Konya ile kıyaslıyorum Tebriz’i. Gerçi çok fazla şey de kalmamış aklımda Konya’ya dair.. Bir o muazzam Aşıkların türbeleri, bir de soluduğum havada aşkın acımsı kan kokusu, Şems’in kokusu…
Tebriz’i doğru düzgün gezip dolaşamadığıma değil aradığımı bulamayacak olma hissine garipleniyorum..
El-Gölü.. Şah döneminden kalma bu yapay gölün bu kadar ilgi görüyor olmasına ise ayrı bir kederleniyorum. Gölün üstünde oynaşan renkli ışıklar kaybettiğimiz değerlerin bir yansıması gibi geliyor..
Ve şimdi ağlıyor olmamın sebebi ise Tebriz’den ayrılmak değil bir teselli arayacak takatimin dahi kalmaması, “Teselli” nin acıları dindirmek adına sahte nedenlere sığınışın, yalancı gülümsemelerin gerçek gözyaşlarına tercihinin adı olduğunu kavrayışım, hüznümü sevişim…
Arda arda içilen sigaranın dumanından becerebildiğim kadarıyla dışarıdaki manzarayı seyrederken iyi bir şiir yazılabilirdi.. Şiire bile düşman edecek insanlar var bu hayatta.. Üzülmeyin, şiire küsemeyecek kadar aşıklar da…
“Güneş”siz Tebriz’den tamamıyla uzaklaştığımızda ne ellerim ısınabiliyor ne yüreğim, önde giden bir kamyonun arkasında Azerice yazan yazı dikkatimi çekiyor: “Yuva siz ğöşler”!
Hayır, hayır tesadüf dediklerimiz bizim bazı olası verileri gerçeklere ilişkilendirmemizden başka bir şey değil, yani yuvasız bir kuş gibi hissedişimin bu yazıyla uzaktan yakından alakası olmamalı..Yuva siz ğöşler gibi yuvamıza dönüyoruz şimdi. Ben mi? Ben ise hala kanıyorum…
01:51
02.04.2015
2 comments
İyi, hoş, güzel bir anı olmuş. Dil olarak ise, duru ve akıcı bir üslupla yazılmış. Kısacası okuru sıkmıyor. Okurken, biraz kendimden de bir şeyler buldum. Bu anıyı bizimle paylaştığın için teşekkürler.
Rica ederim yorumunuz için teşekkurler..