Odamın, yüreğimin karanlığına irkildim.
Karşılaştığım görüntüyle şaşkınlığa uğradım.
Yaz gelmiş, evimin karşısındaki koca ağaç çiçekler açmaya, üzerindeki kuşlar şarkılar söylemeye başlamıştı bile.
Kalakaldım.
Yığdım kendimi bulunduğum yere, tam ayaklarımın dibine.
Neydi beni bu aydınlıktan mahrum bırakan şey(ler)?
Yüreğim!
Evet, yüreğimin karasıydı.
Öyle karaydı ki ufacık bir ışığa dahi geçiş izni yoktu.
Kuşların inadına yüreğimde matem dolu koca bir orkestra çalıyordu sanki.
Gözümü-kulağımı, elimi-avucumu; insanlığa, benliğe kapatan şey sade ve sadece içimde yükselen o yas dolu parçaydı.
Zamana bıraktığım onca acı, onca yaşanmışlık sarılmayı beklerken daha da çok yaralamış, belki de kabukları kanatmıştı.
Ne ben farketmiştim , ne de o…
Beyazdan griye, griden siyaha, siyahtan daha siyaha daha da siyaha çevirmiş hayatı benim için.
Bana zamandan bahsedenler meğer hayatı ti’ye alıp, akreple yelkovanı sadece o tik tak ritmi eşliğinde dans eden bir çift olarak görenlermiş.
Ondanmış zamanın derinliğini, zamanın zamanla daha çok acıttığını bilmemeleri.
Kimsenin kimseye faydası olamayacağını böyle böyle öğrendim ben.
Herkesin zamanı kendineymiş.
Kimine göre ders aralarındaki molalar kadar kısaydı yaşam, kimine göre hiç hazırlanılmadan girilen bitmek bilmeyen karmakarışık bir sınav.