Küme düşmüş bir takımın taraftarıyım ve beni terk etmekle tehdit etmen sana ancak hiçbir şey katar. Ağlayacağımı, sızlayacağımı yahut sana yalvaracağımı düşünüyorsan eğer bu da yanılgıdan başka bir şey değildir, inan bana. Beni alışkanlıklarımla tehdit edersen sadece sana üzülürüm. Israrınla baş edemeyip buna devam edersen de üzülmekten de geçerim. Nasıl tahammül edilir bilmem ama bunun eğitimini almadan alışkanlığını kazanıyorsun ve ister istemez gelen her darbeyi sineye çekip, bazen başın dik bazen de boynun bükük devam ediyorsun yoluna. Böyle yaşıyorsun -hayat sayılıyorsa- hayatı. Dışarıdan da yaşadığım sanılıyor. Sende öyle sanıyorsun. Asıl olan yaşamaya çalışmak ve bunu becerebildiğimi hala yaşamaya çalışarak görüyorum. Önem arz eden ve kayda değer bir şeyler kalmamış olsa bile…
Bir bira kapıp balkona çıktım. Gökyüzü yıldızlarının önüne bulutlarını çekmiş ve yıldızların önünde bulutları birbiriyle çarpıştırıyor. Hummalı bir kavganın içinde olan bulutlar tribünlere oynuyor. Keşke bizim takımda tribünlere oynasa diye geçiriyorum içinden. En azından 1.ligde tutunuruz diye salıyor dilim dışarı içten içe gizlice umut besleyen kelimeleri. Gerçi tribünler de bomboş. 1.745.221 kişinin yaşadığı memlekette toplasan bu takıma sahip çıkan 1000 kişiyiz, 200’ü tribünde geri kalan 800’ünü gurbet, iş ve okul’a serpiştir, geriye kalan 1.744.221 kişi nerede diye sormayacağım. Kavgadan çıkan bulutların yarılmış vücutlarından sıvışan kanları yeryüzüne düşmeye başladı. Aralarında balkon demirine çarpıp şişemin içine dolan şanslı sayılabilecekleri de vardı. Biramı yudumladım. Dünya beynine oksijen gitmedikçe çekilir ve güzel bir coğrafyaydı. Boş şişeyi 9. kattan çöp konteynerına atmak geldi içimden. Nişan alıp elden çıkardım şişeyi. İlk 3 saniye doğru istikamette yol aldı. 5 saniyede başımı balkon demirine yaslayıp, şişenin, kaldırımdan geçen adamın kafasında parçalanmasını bekledim. O can alıcı ses… Paat! –böyle duymuştum- Kafamı kaldırıp aşağıya baktığımda ıslak kaldırıma poz verircesine serilmiş bir beden gördüm. Dakikalarca aşağıda, kaldırımda bir kişi mi yatıyordu yoksa çok mu içmiştim diye kendi kendimle münakaşa ettim. Sonunda bunun bizi ilgilendirmeyeceği konusunda kendimle hem fikir olup içeri girdim. Televizyon bugün ki maçın özetini veriyordu. Tamı tamına 6 gol! Ulan bu takım bizi alkolik etti, bir de yetmezmiş gibi kanser etmek için çabalıyor. İzledikçe kahroldum. Kalkıp bir bira daha aldım. Nasıl olsa kimsenin ölümünden ben sorumlu değildim. Televizyonu kapatıp balkona çıktım tekrar. Aşağıda dönen ışıklar görünüyordu. Ambulans mı polis mi kestiremedim. Pekte önemi yoktu. Bulutlar çok fazla kan kaybediyordu. Elimi boşluğa doğru uzattım. Güzel bir hissiyattı. Şişe boşaldı fakat bunu çöpe atmak yerine içine toprak doldurup çiçek ekmek geldi aklıma. Nasıl geldi, kim getirdi, neden getirdi bu fikri bilemiyorum. Ama güzel bir dekor olup balkonumu süsleyecekti. Şişeyi balkonda bırakıp uyumak için odama gidip, soğuk yorganın altına girdim.
Gözlerimi açmak için ince ve ağır darabaları yavaşça kaldırdım. Nefes alıp da verince ağzımdan çıkan buhar Ankara’ya kar yağmış olabilme ihtimalini güçlendiriyordu. Üzerime enkaz gibi çöreklenen yorganın altından sıyrılıp balkona yürüdüm. Etraf bembeyazdı ve kar yağmaya devam ediyordu. Akdenizliydim, çukurovadan geliyordum ve ilk kez karın yağdığına şahit oluyordum. Süzülerek yere inen ödemli papatyalar… Bir saat kadar seyrettim. Bir cam patladı ve sesiyle ürküp donmak üzere olduğumu parmaklarım morarınca gördüm. Dönüp odaya girecekken ayağımın altından çıtırtılar, sinek vızıltısından birkaç desibel daha yüksek şiddette ulaştı kulağıma. Soğuğa dayanamayıp patlayan bira şişesinin parçalarına basmıştım. Ayağımı yerden kaldırdığımda balkona dolan karın üzerinde kan lekeleri eski bir fırçayla özensizce serpiştirilmişti sanki. Damlamaya devam ederken içeri girdim. Kırmızı şerit kapıya kadar takip etti beni. Tek ayakla zıplayarak salondaki tek koltuğa attım kendimi. Kanlar salona düşmesiyle dağılıyordu. Kanı emecek halım yoktu. Beton buz tutmuş ve kırmızı yakışmıştı. Evde pansuman yapabileceğim hiçbir tıbbi alet edevat yoktu ve bu Ankara’da 3. günümdü. Haliyle tanıdığım kimse de yoktu. Yakınlarda hastane, sağlık ocağı veya kuruluşu var mıydı ondan da habersizdim. Tek çare 112’yi aramaktı. Sekerek odaya gidip telefona ulaştım ve rakamları tuşladım… Telesekreter mahiyetinde bir bayan robotlaşmış ses tonuyla ve kalıplaşmış cümleleriyle açtı telefonu; 112 Acil Servis. Servis’in vis’ini biraz yaylandırarak söyleyince insan olduğu kanaatine varıp durumumu izah ettim. Kadın; “Beyefendi dalga mı geçiyorsunuz. Acil hat bu ne demeye boş zırvalıklarla meşgul ediyorsunuz. Bir ikinicisini tekrarlarsanız yasal işlem başlatacağız, bilginize.” Şak! Telefonu suratıma kapattı. Şaşkınlıkla telefona baktım. Kadının sesini ileten hoparlöre kitlendim. Bir an için bilekten ayağımı kopartıp, o ufacık deliklerin içinden kadının kucağına fırlatasım geldi. Kendimi frenleyip böylesine bir elem vakayı önledikten sonra tekrardan çevirdim numarayı. Telefona aynı kadın çıkınca ses tonu değiştirip, kopartılmış ayak yerine, kalp krizi geçiren bir dedem olduğu yalanını attım, yuttu. Ambulansı yolluyordu ve ben ayağımı uzatmış bekliyordum. 10 dakika olmadan siren sesini duydum. İstifimi bozmadan uzanıyordum ki evin tahta kapısı borçluymuşumcasına çalındı. “Kapı açık” diye bağırdım salondan. Geldiğim ikinci gün eve hırsız girmişti hala yaptırmış değilim. Kapıyı itip ayakkabılarıyla salonun ortasına kadar giren ekip elemanları gördükleri manzara karşısında midelerine hakim olamayıp, kırmızının yanına alabulasından bir renk dahil ettiler. Koku cabası. Kusan arkadaşlar ekipte yeni olmalılar diye düşündüm. Düşünmekle kalmayıp, alaycı dile biraz da kahkaha ekleyerek, ritüelleşmiş ve literatüre girememiş espriyi yapıştırdım; “Siz yenisiniz galiba!” Tecrübeli teknisyen ayağımdaki yarığın ciddiyetine varıp ilk müdahaleyi tamamladıktan sonra koluma girerek beni ambulansa taşıdı. Ambulansa bindim, sedyeye uzandım ve kapılar kapandı. Acemilerden biri başımda dikilmiş boş ambulansta ayakta gidiyordu. Bense sıcağın tesiriyle uykuya dalmak üzereydim.
Gözümü ikinci kez araladığımda, sıcak bir odada konforlusundan bir yatağın üzerinde, ayağımın altına yastık koyulmuş, bedenimden yüksekte ayağımla uzanıyordum. Bundan sonraki hayatıma burada devam etme olasılığını düşündüm. Bu düşüncem odanın içinde yankılanan acı bir çığlıkla bozuldu. İrkilip doğruldum yatakta. Oda iki kişilikmiş ve yanımda başka bir hasta daha varmış. Acıdan çığlık atana kadar fark edilemeyen bir hasta… Çehresi hariç başı komple sarılı 30’lu yaşlarda bir adam. İki hemşire koşarak içeri dalıp hastaya sakinleştirici iğne vurmak için biri hastayı tuttu diğeri şırıngayı ayarladı ve cıss! Oldum olası iğneden korkmuşumdur. Ama burada gözünün yaşına bakmıyorlar. Adam kendine gelince doğrulup su içti. O sırada doktor içeri girip adama birkaç tıbbi bakış attı, kafasını yokladı ve hemşirelere pansumanı yenilemeleri için dostane bir emir verdi. Hemşireler pansumanı tazelerken Doktor; “Başına düşen cam şişenin parçalarından çıkaramadıklarımız oldu. Onları da oradan alıncaya kadar buradasın. Sızlanma, nazlanma istemiyorum.” diye otoriter bir tavırla yanımdaki hastayı ikna etmeye çalıştı. Özünde yumuşak bir adama benziyordu ve adam sertçe çıkışmaya çalışırken üslubu buna müsaade etmiyordu. Nihayetinde hasta adam kalmak mecburiyetindeydi. Hemşireler ve doktor odayı terk edince adam bana dönüp; “Hayırdır gardaş, senin neyin var?” diye sarsıntıyla sordu. Durumu ballandıra ballandıra izah ettim. Sağlık memurundan yetiğim tehditten, suratıma kapanan telefondan, kusan acemilerden hepsinden uzadı uzadıya bahsettim. Yandaki, kafasında cam parçaları olan hastayla karşılıklı diyalog halindeydik ve gayet mantıklı cevaplar verebiliyordu. Tek sorun kafasına saplanmış olanlardı. Doktor neden bunun farkında değildi? Bu adam neden benimle birlikte psikiyatri servisinde aynı odada yatıyordu? Son derece lügazlaştırılmış bir binanın içinde yataktan yatağa sohbet ediyorduk. Bu keyifliydi ve Divan Edebiyatında dahi böylesi görülmemiş,duyulmamıştır. Doktor yeniden bir dosyayla girdi odaya. Elindeki dosyada monografim yer alıyormuş. Yatağımın başında birkaç bir şey sarf edip, dosyayı da yatağın ucuna asıp tekrar gitti. Mor bir dosya oldukça ilgi çekici ve merak uyandırıcıydı. Hemşireye seslenip dosyayı vermesi için rica ettim. Alaycı bakışlarla süzüp tek kelime etmeden odadan çıktı. Uzanıp, dosyayı alıp açtım ve usta bir hattat’ın eseriyle karşı karşıyaydım… Kağıtta Fatih Sultan Mehmed’in bir aforizması vardı; “Kimsesiz bir kimse yok herkesin var kimsesi, Kimsesiz kaldım medet ey kimsesizler kimsesi.”
İşte benim monografim diye söylendim kendime. Kağıdı dosyadan çıkarıp, baş üstümdeki tablonun üzerine, kolumdaki serumun bandı sayesinde yapıştırdım. Odaya ansızın taarruz eden 5 kişilik psikiyatri ekibi beni bölüşüp üzerime atıldılar. İkisi sağ koluma diğer ikisi sol koluma sonuncusuna da şırıngayı saplama görevi verilmişti. İdmanyurdu’nun maçının başlamasına son beş dakika.