Bu kadar çok boşluğu doldurmam ve durdurulamayan açlığımı giderebilmek için daha kaç saat çalışmam gerekiyor? 8, 10, 12…?
Hayatı yaşanılır kılmak için öncesinde o hayatın bizi adam akıllı şekillendirip, düzeltmesi gerekiyordu. Doğduğun andan itibaren altına taktığın bezden, üstüne giydirilen çıt çıtlı badiye kadar şekli, deseni, rengi belirleniyor ve toplumun seni şekillendirmesi daha ilk aşamadan başlatılıyordu. Pembe bir patik, mavi bir bere ne kadar sevimli bir kız olacağına ya da ne kadar yakışıklı bir erkek olacağına karar verilmesi için yeterli bir aksesuardı. Biraz daha büyüdüğünde oynadığın oyuncakla sınıflara ayırıp, klişe bir hayata alıştırılıyordun. Basit bir oyun arkadaşı olarak gördüğün nesneler senin benlik bilincini tekrar tekrar dizayn ederek gelecekteki seni adeta baştan yaratıyordu. Farazi olarak kurguladığın evcilik oyununda etrafın tozunu alıyormuş gibi yapman, çorba pişirmen, çamaşır yıkaman ve hatta çocuklara bakman gelecekteki seni nasıl bir hayatın beklediği ile ilgili ipuçları taşıyordu. Ya da eve ellerinde yiyeceklerle gelen, geldiği gibi kendini koltuğa atan ve yine hatta durduk yere sinirlenip yemeği beğenmeyen bir kişi de geleceğin başka bir rol modelini oluşturuyordu.
Böylesine akıllı ve stratejik bir sözde pedogojiyle zihinler alıştırılıyor ve sonraki aşama olan normalleşme sürecine zemin hazırlanıyordu. Aslına bakarsanız sonraki süreç dediğimiz toplumun kendi kuralları ve dinamiği içinde sistemin daha rahat işlemesini sağlamak için oluşturulmuş gerek hukukî gerekse örfî kanunlar bütününden başka bir şey değildir. Meseleye alıştırılmış zihinler açısından bakmaya başladığımız zaman bu sözde özgür iradeli bireyler, karar mekanizması kendileriymiş gibi düşündürülmeye koşullandırılmaları yüzünden artık birer toplum lejyoneri olmuş ve savunulacak ne kadar argüman varsa hepsine tam destek verip minnet ve şükran duygularını göstermek için adeta birbiriyle yarışır olmuşlardı.
Farkında olmadıkları bir zamanda içlerindeki açlığın kim ya da kimlerce ne şekilde bastırıldığını bilmeyen bireyler, sistemin onları gelecekte ne için kullanacaklarını da maalesef bilemiyordu.
Açlık olgusu çok yönlü düşünüldüğü vakit bir çok doyum noktasının öncül başlangıcı, doyurulması gereken süreğen sebebi ve giderildiği zaman soncul finalini oluşturuyordu. Fakat tam da bu aşama da unutulan bir durum daha söz konusuydu, giderilmiş bir açlık başka bir açlığa dönüşüp doyumsuzluk noktasını oluşturuyordu.
Mesela, açlık denildiğinde ilk akla gelen organın mide olması bile bu dürtüyle baş etmek zorunda kalan insanın nasıl bir zorbaya dönüşeceğinin, eskilerin deyişiyle “Açlık insana herşeyi yaptırır” anlayışının bu öncülü nasıl başlattığının söze bürünmüş halidir Sonrasında bu dürtünün azami en kısa yoldan giderilmesi için en kolay olana nasıl yönelebildiğini ve giderildikten sonra da nasıl başka bir formda ortaya çıktığını da ayrıca ele almak gerekir.
Lâkin sırf karnı çok aç diye dürtüsel açlığını gidermeye çalışan insanın içinde bulunduğu durumu suç psikolojisi açısından farklı değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Bu yazıda ki açlık kavramı toplu halde yasayan insanların belli sosyal bir düzenin keskin çizgilerle çizilmiş alanlarını ihlal etmemeleri ve tamamen onlara hizmet etmeleri üzerinden şekillendirilmiş durumudur.
Tüketim toplumlarının bol tüketimli (ki aynı zamanda tüketenler, üretenlerdir) olabilmesi için biz insanlara doğduğumuz andan itibaren sürekli doyurulması gereken açlıklar tanımlanır. Bir tanesiyle doyacakken milyon tane şekerleme ile başlarız öncesinde, sonra oyuncak dünyası tüm çocukluk hayallerimizi önceden satın almış gibi daha biz ne istediğimizi bile söylemeden sunmuş olur hayallerimizi. Böylece birey daha elindekinin gizemini bile çözmeden başka oyuncak ister olmuştur. İşte bu noktadan itibaren açlık kavramı adını ve reaksiyonunu değiştirerek doyumsuzluk noktasına ulaşır.
Bundan sonrası şekillendirilmiş bilinçler acısından çok daha kolaydır. Sisteme uyan insan, gerekli gereksiz bir sürü satın alma gerçekleştirerek hayatını reklam ve pazarlama üzerine kurmakta, tüm bunları bir yaşam felsefesi, motivasyon verici olarak görmekte, sonucunda açlığı hiç geçmeyen, tatminsiz bir insan ırkına doğru evrilmektedir. Ve tabi tüm bu hastalıklı alım işini gerçekleştirebilmek için daha fazla mesai vermeli, aldıklarının ödemesini harcadığı zaman üzerinden ödediğini de bilmemelidir.
20 bin yıl önce gerçek açlıklarını gidermek için avcı toplayıcı hayatlarından tarım düzenine geçen atalarımız, bu kadar çok şeyi olduğu halde daha da çok şeyi satın almaya çalışan, hatta bu uğurda birbirleriyle yarışıp ömürlerini harcayan biz insanları görselerdi belki de şöyle diyeceklerdi; “Azıcık aşım ağrısız başım” Ve yine belkide büyük bir minnetle tanrılarına şöyle dua edeceklerdi; “Bizleri 20 bin yıl önce yarattığın için sana şükürler olsun”
Ertan Yavuz