Babamın gittiği gün gökyüzüne bakmıştım. Türkülere bile konu olan o ”garip duman”ı ilk kez o gün gördüm. Karla karışık taş yağdı içimde bir yerlerde ve ben durduramadım.
Ee haliyle de kurtulamadım.
Üç-dört hıçkırıktan sonra çocukluğumu yere bırakıp ellerimi kaldırdım.
Babamın gittiği gün hava gerçekten soğuktu.
Öyle bir soğuktu ki hapşuranlara bile ”çok yaşa” diyemeden, toplumun bu yapay nezaketini gösteremeden, oysa ”kim çok yaşamak ister ki” diye düşünemeden mıhladı bu soğuk, beni olduğum yere…
Kaldırımın karşısındaki temizlik görevlisi (kimi kendini bilmezler onlara çöpçü der) amca kazımasaydı beni yerden anlatamazdım bunları yeniden.
Tüm insanların aksine, kül ya da toprak yerine asfalt olurdum belki de. Ama yine de bırakın küçük Enes düşe kalka öğrensin yürümeyi üzerimde. Hasan Amca sürüsün bastonunu ve söndürsün sigarasını. Ayşe ve kardeşleri sek sek çizsinler ve yuvarlasınlar taşları.
Babamın gittiği gün zincirleme bir kaza oldu yüreğimde ve sekizde sekiz kusurluydu ruhum.
Çocukluktan adamlığa geçiş bu kadar erken olmamalıydı ama gerçekten vahimdi durum.
Sağ kolumdaki saate baktım annemin ”sol koluna tak” demesine rağmen. Bağcıklarımı hep kördüğümle bağladım daha ”r”leri bile söyleyemeden.
Babamın gittiği gün altı yaşındaydım.
Ve ben hep altı yaşında kaldım..
DEMİROĞLU