Çocukluktan kalma hatıraları anlatmak zordur insanlar için. Anlatmayı bir yana bırakın hatırlamak da olağan dışı bir elzem taşır. Yapbozun kayıp parçaları gibi algılanır çocukluk. En önemli en vahim kısımdır insan denen tabloda. Fakat boşvermişliğin içindeki aramamazlık sonucunda dikkate alınmaz pek. Dikkate alınmadığı gibi de unutulmaya yüz tutar üstelik. Oysa ben hiç unutmadım. Unutamadım. Unutmaya bile fırsatım olmadı çünkü.
On yaşındayken bir hediye almıştım. Aldığım son doğum günü hediyesi. Bir ara çok rağbet görürdü sürünen asker oyuncaklar. Benim de olmuştu öyle bir tane. Ama en başından beri çok sevemedim oyuncakları. Beş yaşındayken bana alınan ve annemin dediğine göre Hollanda’daki akrabalarımızın hediyesi olan siyah vosvosu parça parça etmişim. Ön kapılarını duvarlara sürtüp, yerden yere vurmuşum. Malımın kıymetini bilmezmişim. Kim bilir belki insanların da kıymetini bilmiyorumdur. Konumuza dönersek eğer beş yaşındaki çocuklarla iletişime geçmek zordur. Ne yapıyorsun dediklerinde de içine girmeye çalışıyorum demişim. Ben kullanacağım arabayı böyle olmuyor gibi şeyler söylemişim. Hala daha bir araya geldiklerinde anlatıp dururlar bunu. Sonra da keh keh gülerler. Uzaktaki akrabalar yeterince lüzumsuzken bir de anlatılan hikayeler girdi mi işin içine iyice katlanılmaz oluyorlar.
On iki yaşındayken ilk disiplin cezamı almıştım. Sebebini hatırlayamıyorum ama Mehmet diye bir arkadaşımı okulun üçüncü katından aşağı sarkıtmıştım. Top Mehmet derlerdi ona. Öyle aklınıza yanlış şeyler falan getirmeyin ama. Soyadları Top’tü çünkü. Ne kadar vahim bir durum. Büyük büyük büyük dedesi ileri görüşlü değilmiş anlaşılan. Askerde düşünemiyorum Mehmet’i. Dalga konusu olacak gariban. Neyse işte yine geldim bir gün eve. Yaka paça dağınık, ayaklar çamur içinde. Ayaklarım çamur içindeydi çünkü çamur üstünde yürümeyi çok severdim. Aslında ben çamuru çok severdim. Çikolataya alerjim olduğundan sırf çikolataya benzediği için tadına bakmışlığım bile vardır çamurun, daha dokuz yaşındayken.
Salonun ortasına daldım tabi ben. Hani haylazlık yapacağız ya. Asiyiz o zamanlar. Asiliğimiz de babamızın olmamasından geliyor. Bunu öne sürüyoruz her lafın arasında. (Hikayeci burada birinci çoğuldan bahsederken kastı kendine.) Rosalinda diye bir pembe dizi vardı o zamanlar. Annem izlerdi oradan hatırlıyorum. Aslında mahallenin tüm kadınları izlerdi. Saatlerce de sohbet ederlerdi. Kafasını kaldırıp beni öyle görünce öyle bir çığlık atmıştı ki annem, o çığlık hala kulaklarımda. Halı motiflerini ilk kez o zaman keşfetmiştim. Boynum tutulmuştu yere bakmaktan. Yarım saat kadar azar çekmişti. Bir kulağımından girip öbüründen çıkmıştı tabi. Ders alan bir tip değildim yaptıklarımdan. Hoş, hala da değilim. Kimileri daha temkinli olur, kimilerinin de umrunda değildir sebepler sonuçlar. Fazla büyütmemek lazım yani.
Her şeyi biraz biraz hatırlıyorum. Her yüzden her sesten biraz biraz. Biraz çamurlu ayaklar görüyorum, biraz da Sakine Teyze’yi. Biraz annem oluyor çocukluk, biraz kardeşim, biraz da ninem. Kimlikler, karakterler tam olarak sığmamış ama hafızama. Yer etmemiş tam olarak. Belleğin suçlanacak tek tarafı varsa o da budur. Kontrol dışı çalışıyor namussuz.
Ama sanki bazı şeyler de hiç yaşanmamış gibi. Hiç süregelmemiş gibi. Bir dublörüm varmış da o role girmiş, ben sufle vermişim, herkes izlemiş gibi. Onca şeyin arasında cevaplayamadığım bir soru var ama.
”Hangi düzlemde inkar ettim seni ?”
Bilmiyorum.
DEMİROĞLU