Sızlıyorum. Sanki canımı alıp ızgara yapıyorlar. Bir yerden közüm ulaşıp bana, benden yardım istiyor. Hayatımın sonsuzmuş gibi devirdiğim yalnızlıkları bir türlü sona ermiyor. Yazsam da aynı, hiç yazmasam da. İronik bir ihtiyaç… Tüm çaresizlikler birbirine eşdeğer. Sevdiklerime çok kırgınım. Sanki onlara vasiyet olarak kendimi bıraktım ve bir çırpıda harcadılar. Milyon dolarlarla ölçülebilecek bir değerdim ve kıymet bilmediler gibi. Benden başkası yok, ben bana kalamamışken. Sonuçta herkes riyakar bir takvim yaprağının misafir yolcusu…
Tek umut buydu, kelimeler. Başka da bir şeyim yoktu, harflere kapanan yalnızlığın beni kutsallaştırdığı yalnız bir yazardım. Yine yazdım ve tükettim kalemin çığlık seslerini elimde; boşalttım parmaklarımda sızlayan kalp ağrılarımı. Çıldırıyorum yalnızlık satırlarımda, geçmişin beni dövdüğü her geçmiş zaman için bir bedel ödüyorum. Kalp usumda beni dinlemeyen kelimeler okuyorum çoğu zaman. Yitiriyorum uçarı yalnızlıklarımda ve kendi elimi tutamıyorum bir türlü. Kendime, “Ben buradayım, korkma” diyemiyorum. Biri gelip her defasında ve bilmem benim kaçıncı yalnızlığım oluveriyor… Kendi sesime kendimi söyletemiyorum. Özlüyorum; Haziran’ların ışıltısını, ağustosun aşk bakışını, salıncak tayinlerimde hep mutluluğa atanan sevinçli çocukluğumu…
Midye kabuklarımın ardına sığınıyorum sonra. Gittiğim her denizden ve denizin namuslu kumundan günah aşırır gibi midye kabuğu çalıyorum. Çocukluğumu iyileştirmek ümidiyle… Yaralar ne zaman, ne koşulda iyileşir? Onu görmezden gelince mi? Bir yara nasıl yara olduğunu unutur ya da? Profesyonel mutluluklara gardını alınca mı? Kapım çalmıyor. Minik çocukların masum halleriyle dünyamı şereflendiriyorum. Hep, hiç’in kardeşidir. Ya hep olup seveceğim, ya da hiç olup ya da olmayıp sevgiyi kendinde ölümsüzleştireceğim. Kaç çığlık daha sessizliği uyandıracak kalbimde ve benden başkası uyanmayacak bile…
Dilara AKSOY