Sıkıcı olmayan ama mükemmel demeye dilimi uzatamayacağım bir hayatın içindeyim. Sabahlarımı genelde hatırlamıyorum, güne yalnız başladığım için sanırım. Bir kahve veya çayın sıcak ama acı dostluğunu tadana kadar hatırlamıyorum. Sonra hayatımın özeti niteliğinde geçen küçük zamanda benden daha hızlı yukarıya tırmanan güneşe kaçamak bakışlar atıyorum, kıskançlıktan herhalde. Yemek seçmiyorum, beklentisiz yenilen ekmek daha doyurucu benim için. Hoş, onun bir lokmasını tadamayanlar var, kime ne ? Kötü bir alışkanlığım var, birden fazla belki, özet seyrederken bütündeki her anın çoğu zaman gölgeleri, kimi zaman aydınlığı gibi özete sığdırdığım bir paket sigaram o. 20 tane, bazen yeterli, bazen değil. Sayısı sabah aklıma gelmezken, yavaştan zihnimde beliriyor, öğle akşamüstüne yerini bırakırken. Güneşe biraz daha emin bakışlar atabiliyorum birden, sebebi var mı ? Akşamın habercisini hep sevmişimdir, belki Güneşe daha yakın olmamı sağladığı için. Akşamüstü olunca bakışlarım Güneşten çevrilir, yıldızları ararlar, biraz özlemle… Yıldızlar uzaklardan parlamaya başladığı zaman, zamanlarım. Bir türlü hangisini daha fazla seviyorum diye karar kılamadığım akşam ve gece. Iki ayrı kitap sanki, biraz kederli, biraz da ateşli. Ayrı ama bir… Sokak lambalarının aydınlığı ile sevimli, gölgeleri ile gizemli. Sesleri sakin ve çeşitli, esintileri tatlılıkları kadar yumuşak. Bir de yok mu mavi ışığında sineklerin öldüğü, Akdeniz’in karanlığında beliren kahraman? Masum değil belki, fakat Akdeniz kadar büyük, sıcak ve sevdalı. Özetim burada bitti, bütünü devam ediyorsa başka özetlerin öncüsü belki, belki de bütünün kendisi; tüm özetlerin yıldızı. Bilemem… Fakat bildiğim, daha doğrusu hisettiğim bir durum var ki… Buruk bir hüzün. Bütün yaşamımda olsun istediğim, eksikliğini üç kelime ile özetlediğim hasretimin hüznü bu. Özetin her satırında aradığım, biri mavi biri beyaz, bir çift söz.