Gözler… Hayatımız boyunca ne yapacağımıza karar verdirten bir çok göz. Bütün bir yükü çaresizce yüklenmiş, insanın en kaçamadığı yeri. Susmayı tercih eden ve konuşmayı dudaklara bırakan gözler. Sıraya girmeyen, dudaktan önce konuşan gözleri severim ben, ne de olsa dudaklar hep isteneni söylemezler. Kalbe içten içe sıkıca bağlı ve mantığın süzgecine yakalanmamış gözler! Saatlerce dinlenir onlar, hem de ne kusursuz tadı vardır.
Hem sesi dışarıdan duyulmayan ve hem de bu kadar çok şeyi anlatabilen bu gözler; haritamızda hangi yolları tercih edeceğimizin tek nedeni değiller midir? Doğru ya da yanlış. Bir çift göz ve onun bakışları, bu kadar işte. Bir büyük bedende küçük organlar ama en sıra dışı anlamlar, görevler ve kişiyi temsil yetkisini sırtlanmak. Bir romanı yazma sebebi, okuyucuyu yaratan yazı. Dünya’nın en zor alfabesi, çözüm yolu milyonlarca olan ve salt karşısındakine göre değişebilen cevaplarıyla tek olan gözler…
Ben bir sürü anlam yüklerim bakışlara ve değerlendirdiğim ölçüde yol alırım. Dilin eğitilebildiğini, ama gözlerin bu konuda zorlandığını bilirim. Ah o diller… Sonu olmayan, sınır tanımayan, siyaseti seven diller. Onlarla baş etmek harcım değil. Ben yazabiliyorum, yazmanın cevabı karşı tarafta kalır ve asla yazan duyamaz. Konuşan ise karşınızdadır ve verilecek cevaplarla yüz yüze kalınır. Ses sizi sarar ve kuşatır, oradan hemen ayrılamazsınız. Gözlerin sureti sizde saklıdır, hafıza kayda alır ve ne zaman isterse anımsar.
Dünya kurulduğundan bu yana, ben dünya’yı bildiğim andan beri yaşam birileri için sürüyor olmalı.. Ne zamanlara erdik, ne düşler kurduk, ve ne yıkıntılar arasında kaldık nafile. Neydi ısrarıyla bizi dalımızda tutan güç, neydi allahım neydi… Evlat olduk, evlat yaptık, tüm rollere sırasıyla büründük ve ne hatalar, ne pişmanlıklarla devam ettik yılların zoruna. Ömürler senelere gebeydi de, biz sadece anlara vurulduk. Ölürken gözlerimizde hangi filmin karesi kalacak hiç bilmeden; yaşarken çöpler dolusu yaşanmışlık içimizde, ne de ağırlık varmış insan bedenimizde, ah biz ne çok yormuşuz sıfatımızı boş yere. Duyarlı yaşamanın hafifliğini bilmeden, mahkum olduğumuz bencilliklerle nasır tutarak. Başlangıçların bitişleri ne de çabuk özleyeceğini anlamadan koşturmuşuz ve ziyankar harcamalarla hayatı.
Yukarıların serin havasına aldanıp aşağıları hiç umursamadan, bir gün aşağının da misafiri olacağımızı bilmeden, burnumuzu yukarı kaldırıp yalancı semalarda, yabancı kalabalıklarda durarak. Oysa sıcak dolanır bu kan damarda ve sıcak olmalı gezindiği bu beden, nasıl beslenmez hoşgörü ve neden ölü doğar büyüklük ve neden terk etmiş vatanını bağışlamak ile sevgiler. Bilsek şunu; dünya bizi umursamaz, yine insandır dönen yüzünü insana ve yanlız aitlik insana yakışır.
Maddeler kalırlar da, duygular asılı kalır evrenin hammaddesinde ve akıp durur gidenlerle yeni gelenlerin üzerine. Takvimlerden aşağıya düşüp kalan günler gibi; anılarda takılı gözler, kinlerin koyu rengiyle bulanmış gözler, sevgi ışıltılarıyla kalbe akan gözler, ümidi kirpiklere yaşla bırakmış gözler…. Velhasıl, hayatımız boyunca dillerden daha çok konuşan gözlerdir konuştuğumuz.
Varolan her şeyi anlamlarıyla sırtlandım. Bebek gözlerden geldim de, hayatı tanıdıkça kabuk değiştiren gözlere erdim. Ateşler ısıtmak içindi de, ne baharlar aktı gözlerden. Karları da yaşattı, sislerden ortalığı da kararttı. Ömür bu kardeşim, bir dolu çuval sırtımızda hikayeler; ya yaşayacak kadar şanslı , ya bir satır okuyamayacak kadar kör…. Ne gelir elden, hiç. Yolcular değişse de mağrur dünya hep yerinde. Başını dik tutarda, el verirsen hayata, belki alır seni oyuna. Yahut bir ömür harcarsın da kalırsın kenarında seyirci.
Belki hep aşinasındır olana kimbilir? Haydi yine bir gayret doğrulalım ümitle, neyin peşinden gideceksek gidelim, yollar da nice süpriz saklı. İnsanın gücü ile yaşamın gücü her daim karşılaşır bu arenada. Kaybedenle kazanan çok ta bilinmez aslında. Yorulur bir gün düşünceler soluksuz kalır. Ama bir nefes boyu yol almaya and içmiş bir kalbi taşıyoruz bu bedende. Nafile kalır artık anlatılanlar geride…