Karaköy’ün ücra sokaklanrından birinde, kıraathaneden bozma bir kafede, ihtiyar bir adam tanımıştım. Saçları ayran beyazı, gözleri deniz mavisiydi. Ama onu asıl anlatılmaya değer kılan tarafı, sürekli bağırmasıydı. Selam verirken de selam alırken de, kahve ya da çayın yoldaşlığında memleketi kurtarırken de bağırmasıydı. Bir gün neden bağırarak konuştuğunu sorduğumda, diğer türlü kimse beni duymuyor ya da umursamıyor demişti. Ben de onunla bağırarak konuşuyordum. Aslında söylediklerinin doğruluğunu savunmuyorum. Hatta tek başına bağıran bir insan, çaresizdir bence. Belki de yalnız. Tek bir ağızdan çıkan yüksek ses gürültüyü oluşturuyor beyinlerimizde. Bir topluluk olarak bağırsak, hepimizi duyan başka bir topluluğa da ulaşabiliriz belki, ama tek tek bunu başarmak, engelli at koşusunda ata ters binerek birinci olmaya çalışmak gibi. Gerçeği çok sonra öğrendim. Beyaz saçlı, mavi gözlü amcanın kulakları ağır işitiyormuş, yaşlılığa inat almıyormuş bir kulaklık. Oysa benim kalbimde devrimci bir adam yatıyordu.