Hayat mücadelene nerede, kimlerle başlarsan başla şayet mayanda bir kansızlık yoksa ilk başta hümanist olmayı yeğlersin. Hafif bocalama safhasından sonra karşına çıkan, yolunun kesiştiği insanların tüm puştluklarına rağmen sıkı sıkıya tutunmak istersin pek az kişide var olan, bu umut aşılayan kavrama.
Çok geçmeden, hüsranlarının yaratmış olduğu yıkımın arkasından bir de yalnızlık denilen belayla boğuşurken bir bakmışsın ki ‘aşk’ kendiliğinden gelivermiş. Sen aramasan da o bir şekilde bulmuş seni. Ama ne var ki bir hüsrana daha hazırlıklı olmanın da vakti gelmiştir bu davetsiz misafirin gelişinin peşi sıra. O anın heyecanıyla acaba ne var ne yok diye elini cebine attığında bir önceki levelde yitirmiş olduğun ‘hümanistlik’ kavramı bu defa takılmaz çünkü oltana. Çünkü, tüm karakter yoksunu tipler gram gram yiyip bitirmiş, tüketmişlerdir o güzelim olguyu. Ve yine de her şeye inat insanlardan soğumana ramak kala bir acayip duygu sarar bedenini. En umutsuz anda aşk çıkagelmiştir ve bu defa da ısrarla karşındakine güvenmek istersin. Koşulsuz, sorgusuz, sualsiz güvenmek… Bunun adı; insanlıktan, insanlardan, insancıl olmaktan defalarca yara almış olmana rağmen bile bile lades demek. Bunun adı: Ahmaklık!
İşte o ahmaklıktan sonra yağmur toplayan gri, kasvetli bulutlara inat güneş nedense bir tek sana gösterir yüzünü. Abaküsten bir boncuk daha kaydırırsın ‘yolunda giden durumlar’ hanesine. Sıklıkla, önceleri gerçekten de iyi gider bir şeyler. ‘Herkes de aynı olacak değil ya!’ cümlesini bilmem kaç bin kez söylersin içinden. Bir kişilik değil de çoğul düşünmeye başlarsın her şeyi. İki kişisindir artık. Bütün bir hafta boyunca ikiniz adına kendince hafta sonu için planlar yaparsın. Ölçer, biçer, tartarsın. Hiçbir işin acemisi bile olamamışken aklının ve kalbinin usta bir kuyumcu hassasiyeti ile çalışmasına şaşırıyor olman da sırf bu yüzdendir. Aşk şaşırtır!
Yıllardır dinlediğin tüm şarkıların daha güzel olduklarını keşfedersin bu süreçte. Böylece sonu gelmez keşifler süreci başlar. ‘Sinemaya iki bilet alıp AVM’lerin koridorlarında boş voltalar atmanın güzel olduğuna dair keşif de böyle bir maceranın sonucunda doğmuştur,’ dersin kendi kendine. Evinin en atıl köşesinde, sürekli aynı yerde beklemekten dolayı kök salmış sıradan bir vazonun onun sihirli dokunuşlarıyla ışıldadığını, evinin eşyalarının birer birer anlam kazandığını keşfedersin. Evine misafir olarak her gelişinde kaybettiği yerli yersiz bir eşyasını bulduğunda ve ona haber verdiğinde kendinin bir boka yaradığını, yeryüzündeki varlığının bir amacı olduğunu keşfedersin.
Fakat böyle fasa fiso keşiflerle oyalanırken bir türlü karşındaki insanı keşfetmeye sıra gelmez. Zaten onu keşfettiğinde de her şeyin sonunun geldiğini, onun da tıpkı diğerleri gibi olduğunu, kendine, yarım kalan bir hikâyede amatör bir figüran rolü verildiğini, üç kuruşluk bir yara bandı vazifesini layığıyla yerine getirdiğini, diğerleri ile bir tutulup, onlarla sidik yarışına sokulduğunu, aslında onun da ‘herkes gibi’ olduğunu, sana gelinceye değin ne çamurlu yollardan geçtiğini ve her defasında da bile isteye yine o yollara saptığını, aslında yalandan nefret ettiğini ama nedense sürekli yalan söylediğini, altın sandığın kişinin basit bir çöp olduğunu, tam da onun her şeyi olduğuna inandığın bir anda aslında hiçbir şeyi olmadığını anlaman çok da uzun sürmez.
Bu anlarda cebinde kalan tek kavram pesimistliktir artık. Sen hiç istemesen de karşına çıkan insanlar bu lanet olası kavramı zorla sokmuşlardır bir kere cebine. İşte böyle böyle uzaklaşır, yalnızlaşır. İşte böyle böyle soğur insan. Her şeyden vazgeçmiş herkes bilir bunu.