Kusursuz insan olmaz sanardım,herkesin hatası vardır bilirdim.Ta ki Türkan Saylan’ı tanıyana kadar.En duyarlı anne,en yetenekli doktor,en hassas kadın olmasının yanında her şeyden önemlisi de en iyi insan denebilecek derecede Türkiye’nin görüp görebileceği en mükemmel kadın o.
Ayşe Kulin’in biyografi niteliğinde Türkan Saylan hakkında yazmış olduğu romanının her satırını okurken göz yaşlarıma hakim olamadım.O kadar büyüleyici ve o kadar ‘sen gerçek misin be kadın’ denilecek kadar şaşırtıcıydı ki sanki kendisini yüz yıllardır tanıyor gibi yakın hissettim.Sanki hiç olmamış bir kızıydım onun veya bir hastası veya en yakın arkadaşı.Herhangi biri olabilirdim hiç farketmez yeter ki tanısaydım,yeter ki yüzüne bakıp seninle gurur duyuyorum diyebilseydim.Kitapta beni etkileyecek tonlarca şey vardı.Bunlardan biri her ne kadar başlarda inkar etse de sonradan anlayacağı ve belki de evlenmediği için içten içe hep pişman olacağı mektup aşkı Ali’ydi. Bir satırında şöyle demiş sevgili Saylan: “Yaa,işte böyle;bir zamanlar bizlere üzeri pullu zarflarda mektuplar getiren postacılarımız vardı ve dostlar mutlu olayları tebrik etmek,taziyede bulunmak ya da sırf haberleşmek için mektuplar yazarlardı birbirlerine.Ben mektup çağında doğmuş büyümüş ama bilgisayar çağında ölmeye hazırlanan biriyim.Herhalde çocuklarıma baş sağlığı dilekleri de zarflı mektuplarda değil,e-postalarla yollanacak,gittiğimde.” Böyle de yerinde bir ironi ile sitemle karışık eski günleri anmış.Teknoloji çağında büyümüş olan ben,her daim sms atmaya,whatsaapla konuşmaya alışmış olan ben keşke diyorum keşke o mektup çağında yaşamış olsaydım da postacıyı beklerken ki içimdeki o tatlı heyecanı hissedebilseydim veya mektup arkadaşıma,aşkıma,dostuma,aileme sayfalarca duygularımı dökebilseydim.Belki o zaman her şey daha gerçek,daha saf daha farklı olurdu.Ardından gözlerime takılan farklı bir söz en yakın arkadaşının Türkan’a dediği “Hayır sen ne Veli’ye ne Ali’ye aşıksın Türkan sen aşık olma haline aşıksın” sözü oldu. Bu söz üzerine çok kafa yordum ve acaba diyorum Türkan gibi benim gibi romantik insanlar için geçerli midir bu söz? Yani aşık olmanın bu kadar kutsal olup da aynı zaman da olamadığı bir çağda aşık olmanın her haline aşık olabilir miyiz? Ya da aşkı bu derece kutsal sayıp yücelttiğimiz,aşık olunacak biri olmalı dediğimiz için mi kim olursa olsun aşkın her hali bize farklı geliyor? Bu soruların cevabını henüz bulamadım.Bulduğumda galiba çözülmeyen bir aşkı çözmüş olacağım.Ve ardından devam etmiş “Bugünün gençlerinin aşklarını ve aşk kavramlarını düşününce ,benim kardeşçe seven,kitaplar,müzik aletleri,geyikler ve kangurularla dolu bir evde mutluluk arayan insanlarım kara mizahtan da öte kalıyor” diye. Nasıl da güzel bir ironi yapmış,nasıl da güzel günümüz aşkları ile dalga geçmiş.Siz birbirinize aşkım canım cicim derken aşık değil maşuksunuz demek istemiş bir nevi.Keşke günümüz aşıkları tanısaydı seni de aşk nedir tutku nedir bilseydi dedirtecek türden olmuş bu.
Gelelim hayatının aşkını elleri ile itip evlendiği iki tane kazma adama.Bir tanesi tıpkı kendisinin de her daim hayalini kurduğu gibi yakışıklı bir doktor.Fakat ne yazık ki boş,odun,kompleksli.Öyle mükemmel bir kadına eşlik edemeyecek derecede aciz bir adam.Türkan Saylan’ın hayatta hep bir adım önde olmasını çekemeyen,otur evinin hanımı,çocuklarının anası ol diyecek türden de okumuş cahil bir adam.Yahu diyor insan okurken “sen nasıl doktor oldun be adam?”Karakterinin oturmamışlığını geçtim sinirden oğullarına şiddet uygulayan,seneler sonra bile oğullarının korkarak ona gitmesine sebep olacak olan biri.Nitekim sanki ben yaşıyormuşçasına çok sevindim ayrılık kararlarına.Türkan’ın tekrar eski özgürlüğüne kavuşup,Cüzam denilen lanet hastalığa hayatını adamasına…Belki de en büyük en vazgeçilmez ve en kutsal aşkı orada bulmuştu çünkü.Hastalarının gözlerinin içinde.Öğrencilik yıllarında lepralı insanlar koğuşunda uğradığında başlamıştı onun bu sevdası.Cüzamlıların insan yerine bile konulmadığını,doktorların dair onlarla konuşmadığını,onlara dokunmadığını duymuş,ziyareti sırasında o zavallı insanların gözünde en ufak bir parıltı umut görmemiş sadece insanlıklarını bile unutacak derecede çaresiz olduklarını görmüştü.O an doktorluk denilen kutsal bir mesleği layikiyle yapmaya karar verdiği hayatında bir dönüşüm noktası olmuştu.
Salt o insanlar için bir ümit kaynağı olacak,seneler boyu dermatolog olabilmek uğruna en yüksek kademelerde çalışacak,çocuklarını şehirden şehire,ülkeden ülkeye sürükleyecek ama bir gün olsun “anne” olduğunu unutmayacak,her sabah akşam çocuklarının yemeklerini de vermeyi,onlara sevgi göstermeyi de bilecek ama aynı zamanda profesör olacak,en iyi doktor olacak en duyarlı insan olmayı da bilecekti.Bir boğaz turunda tanıştığı ve heykeltıraş olması nedeni ile ruhunun ince olduğunu düşündüğü adamla saygı duyup evlenmesi aşkı bulamamış yüreğini mutlu etmese de oğlunu çok mesut edecek ve de salt oğlu sanatla ilgileniyor,hayata tutunuyor diye bu her akşam içki içen zaman zaman benliğini kaybeden ve ‘etek giyemezsin,şunu bunu yapamazsın,her akşam işten çıkmadan beni arayacaksın’diyen adama bile katlanacaktı.Ama ne kadar katlanabilir ki? Ruhunda bir kuş gibi her daim kanatlanıp uçmak isteyen,etrafına neşe saçan,pozitif bir insan ne kadar bir kutuya hapsedebilirdi kendini? Nitekim çok uzun hapsedemeyecek ve ayrılacaktı bu yeni tanışıp balıklamasına evlenmeyi kabul ettiği adamdan.Hayatta belki yine yalnız olacaktı fakat mektup aşkı Ali senelerdir yanında olduğu gibi yine yanında olacak,ona çiçekler gönderecek ve de her konuda destek olacaktı.Ali’nin adının geçtiği tek bir an bile onun gözlerinin parlaması için yeterli bir sebep olacaktı.Tüm bu olaylar yaşanırken 1977 yılında profesör olacak,ardından İstanbul Tıp Fakültesi dermatoloji başkanı ardından da cüzam çalışmalarına resmi bir şekilde başlayacaktı.Günlerce uyumayacak,etmeyecek gerektiği zaman günde tek bir lokma yiyerek gezecek ve de en önemlisi çoğu zaman tek bir kuruş dair alamadığı işine aşkla,sevgiyle tutkuyla sarılacaktı.Cüzamla savaş derneği adlı kurumunu kurduktan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerini gezecek,buralarda çok güvendiği ekibi ile beraber gönüllü taramalar yapacaktı.Yıllar sonra bu taramalarını evinde terör suçlaması ile gelecek polise anlattığında polis bile kendi insanlığından şüphe edecek,utanacak ve ‘benim bu yaşlı ama bir o kadar da iyi bir insanın evinde ne işim var bu kadından ne teröristü olur ki?’ diyecekti.
Cüzam onun sayesinde artık korkulan değil,çaresi olan bir hastalık haline gelirken,cüzamlılar artık öcü olarak görülen toplumdan dışlanan insan dışı varlıklar değil insan haline gelecekti.En karışık olayların yaşandığı siyasetin boy gösterdiği 80’li yıllarda salt oğullarını değil oğullarının fakülteden arkadaşlarını da sobası olmayan tek odalı küçücük bir evde,elinde olan yemeklerle doyurtacak,bakacak ve de ilgilenecekti.Bunlar da yetmeyecek evine hemşireleri ve ardından bazı Cüzamlı hastaları da getirip bakacaktı.Evi küçük,yemekleri az,imkanları kısıtlı ama kalbi şu dünyadaki çoğu insana nasip olmayacak derecede BÜYÜKtü.O gittiği köylerde,gördüğü yaşadığı imkansızlıklardan sonra salt duyarlı bir doktor olmanın yanında duyarlı bir anne duyarlı bir insan olmasını da bilerek yaptığı bir araştırma sonrasında gördüğü dehşet verici bir hastalık için Behçet Hastalığı ve cinsel ilişkiyle bulaşan hastalıklar polikinliğini açacaktı.Toplumun fahişe dediği küçümsediği çaresiz zavallı kadınlara,eşcinsellere değinecek onların da insan olduğunu ve BİZ DE VARIZ BU TOPLUMDA dediklerini hatırlatacaktı.Konuştuğu bir hayat kadınına ‘seni anlayabiliyorum mecbursun çocukların için ‘diyebilecek ve onun gönlünü kazanarak yardım eli uzatabilecekti.Bunlar da yetmeyecek ardından ÇYDD’yi kuracaktı.Yani Çağdaş Yaşama Destek Vakfı.Başta kız çocukları olmak üzere okuyamayan ama okumak için canla başla direnen her türlü çocuğa destek olacak,cüzamlıların elinden tuttuğu gibi onların da elinden tutacaktı.
Kısacası o Türkiye’ye fazla gelen,Türkiye’de belki bir daha eşi benzeri olamayacak derecede İNSAN bir kadındı.Sadece kendi için değil toplum için başkaları için de yaşamasını bilen,empatinin en alasını yapan ve de öleceğini bilse ağzındaki lokmayı çıkarıp karşındaki aç insana verebilecek bir insandı o.Bunca iyiliğinin karşılığı binlerce seviyesiz insanın dediği terörist damgası olup, kanser hastasıyken evinin basılıp karakola götürülmesi miydi? Yoksa bunca duyarlılığına rağmen her gün şükretmesini bilen az ile yetinen,kuranı,duayı bizden daha iyi bilen bir yabancı annenin kızıyken yediği gevur ya da misyoner sıfatı mıydı hak ettiği? Yoksa en acısı da tüm dinlerin tüm ırkların eşit olduğuna inanan,herkesi sevip kucaklayacak derecede büyük bir kalbi olan bu kutsal kadına iftira atılan türban meselesi miydi hak edilen? Kanserken dedikleri allahın sopası yok işte sen de taktın kafana türbanı demeleri miydi gerçekten konuşulması gereken? Kim insan şimdi bunların arasından? Bunca şeyi hiçbir karşılık beklemeden yapan Türkan Saylan mı siz mi onlar mı? KİM? Sadece bir Teşekkür ya beklenen sadece saygı ve TEŞEKKÜR.Çok zor değil deneyin sadece 8 kelime 1 saniye…