Her kalbini kıranı o an çıkarıyordu yaşamından ve ardından yüreğinden kopardığı bir parçayı fırlatıp küfürler saçıyordu etrafına. O böyle böyle eksilmişti, ruhu avcunun içine sığar hale gelmişti, her yumruğunu sıkışında bir ip daha sallanıyordu can veren ağacın dalından ve bir hayalini daha o iplere bırakıyordu, ardına bakmadan uzaklaşıyordu oradan. Ne olacaktı bu hali, düşünmeden yapamıyordu. Hayatına aldığı, şans verdiği her insan onu hayal kırıklığına uğratıyordu. Kırılan hayalleri yüreğine batıyor, sürekli kanatıyordu onu. Bir daha nasıl güvenebilirdi ki bir başkasına.
Dışarıda hava yağmurlu ve soğuktu. Odasındaki raftan babasından yadigar kalan eski bir plağı alıp gramofona koydu. Müzik evin içinde dans ediyordu sanki, cama vuran yağmur damlaları ve gramofonda çalan şarkı birbirleri için yaratılmış diye düşündü. Odasından çıktı, salondan geçip mutfağa girdi. Ocakta su kaynıyordu. Çaydanlığın üstünü kapatmayı unuttuğu için mutfak dolapları yükselen buhar yüzünden ıslanmıştı. Ne kadar aptalım diye geçirdi içinden. Tezgahın üzerinde duran kahveyi alıp bardağa koydu sonra ocakta kaynayan suyu ekledi üzerine ve hızlı adımlarla odasına ilerledi. Pencerenin önüne bulunan tekli koltuğa oturdu ve sehpada duran kitabını alıp rastgele bir sayfa açtı, açtığı sayfada şöyle yazıyordu “İnsan çok sevmekten, kıyamamaktan, kızamamaktan, üzememekten ve hep alttan almaktan kaybeder. Hayat ilk olarak kendini yok sayanları harcar.” Daha ilk satırlarda yine kasvet sardı içini, kitabı kapatıp tekrar aldığı sehpaya bıraktı. Kahvesinden bir yudum alıp pencereden yağmur damlalarının yere süzülüşünü seyre daldı…