“Eyleme geçmiş cehaletten daha kötü bir şey yoktur.” Dünyanın en büyük edebiyatçılarından biri olan Alman Johann Wolfgang Von Goethe’nin bir aforizmasıdır. Franz Kafka, Goethe’ yi “Hayat üzerine söylenebilecek olan her şeyi söyleyen biri” şeklinde tanımlamıştır. Goethe’ nin hayat üzerinde birçok görüşü vardır ancak burada cehalet konusunu seçmek istiyorum. Yüz yıllardan beri yazarların, edebiyatçıların ve bilim insanlarının üzerinde konuştuğu bir konudur cehalet. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, fiziken ülkemizi bağımsızlığa kavuşturduktan sonra “Cehalet yenilmesi gereken en büyük düşmandır.” demiş olması, sadece insanlığın değil ulusların da en büyük düşmanının cehalet olduğunu göstermektedir. Peki nedir cehalet? Darwin’ e göre cehalet, genellikle bilgi sahibi olmaktan daha çok özgüvene sebep olmaktır. Bilgisiz, eğitimsiz kişiler midir bu sorun ile müzdarip? Cehalete karşı silahımız salt okuyup eğitim görmek midir? Kafamızı eğitip kalbimizi, nefsimizi eğitemezsek eğer yine de kavuşabilir miyiz bilgeliğe? Bırakalım bilgeliği, kurtulabilir miyiz cehaletimizden?
“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.” 1999 yılında Justin Kruger ve David Dunning isimli iki ABD’li psikiyatr bu teoriyi ortaya atarlar ve teorinin adı Dunning-Kruger etkisi olarak bilim literatürüne girer. Türkçe’ ye cahil cesareti olarak çevirebileceğimiz teoride şu varsayımlarda bulunulur. Yetkin olmayan insanlar becerilerine aşırı derecede değer biçme eğilimindedirler. Yetkin olmayan insanlar diğer insanlardaki gerçek beceriyi fark edememektedirler ve kendilerindeki yetersizliğin boyutunu görememektedirler. Eğer bu yetkin olmayan insanlar becerilerini geliştirmek üzere eğitilirlerse, geçmişteki eksikliklerini fark edip kabul etmektedirler. Sonuç olarak insanlar, yetersiz oldukları konularda yetersizliklerini fark edemeyecekleri gibi sanki konuyla ilgili her şeyi biliyormuşçasına aşırı özgüven kazanırlar. Tek bir cümle ile anlatmak istersek şu şekilde belirtebiliriz. Daha az bilgi sahibi olanların, daha fazla bilgi sahibi olanlardan daha fazla bilgi sahibi olmalarını zannetmeleri durumudur.
Bilimsel olarak konuya bakmayı sürdürdüğümüzde Platon’un “Mağara Alegorisi’ ni” şu şekilde yorumlayabileceğimizi düşünüyorum. Mağara Alegorisi’ ne göre bir grup insan karanlık bir mağaraya zincirlenmişlerdir ve mağaradan çıkamayarak sadece mağaranın duvarlarına bakabilmektedirler. Doğduklarından itibaren mağarada bulunan bu grup sadece mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini mağaranın duvarlarında görürler ve bu gölgeleri gerçeklik olarak algılarlar. Bir gün içlerinden biri zincirlerini kırarak bu mağaradan çıkar ve mağaranın dışında farklı bir gerçekliğin olduğunu anlar ve mağara duvarlarında gördüğü gölgelerin birer gerçek olmadığını sadece gölge olduğunun farkına varır. Anladığı bu durumu mağaradaki diğer insanlar ile paylaşmak için mağaraya geri döner ve durumu anlatmaya başlar. Mağaradan çıkamayan insanlar ise mağaranın dışında bir gerçeklik olmadığını ve her şeyin mağaradan (duvarda görülen gölgelerden) ibaret olduğunu söylerler. Mağaradan çıkamayan insanlara dışarıdaki durum anlatılamaz. Alegori daha çok toplumsal yargılar üzerinden devam etse de benim burada değinmek istediğim insanların bilmedikleri konular hakkında acaba doğru olup olmadığını bile sorgulamamasıdır. Alegoride zincirleri kıran kişinin sorgulayan insanı temsil ettiğini düşünüyorum. Sorgulayan insanın zihnindeki nöronlarında sürekli şu soru dönmektedir: “Acaba benim bildiklerimden daha fazlası var mıdır?” Nöronlarımızda yani zihnimizin kıvrımlarında dönen bu soru, o kıvrımların sürekli çalışmasını sağlar ve bu çalışma daha çok çalışmayı doğurur. Sadece yüzde onunu bile kullanamadığımız beynimizde kıvrımların gelişmesiyle daha çok bu soruları sormaya başlarız ve artık düşüncelerimizin de yapısı değişmeye başlar. Bilim insanları Dunning-Kruger da bahsettiği üzere; bu kıvrımların kullanılmasını sağlandığında bu yetkin olmayan insanların bile geçmişteki eksikliklerini fark edip kabul ettiği görülmektedir. Peki kıvrımlarımızı nasıl kullanmaya başlayabiliriz? Bireysel olarak kullanmaya başladığımızda toplumsal olarak da etki yaratabilir miyiz? Çözümün okullardan başlayacağını söylesek yanlış olmaz sanırım. Bu konuda iyi olan ülkelerin eğitim sistemlerinin kendi sistemimize olduğu gibi kopyalanmaması gerektiğini de düşünüyorum. Ortak akıl ve kültürümüzle entegre olarak yapılması ve yap boz tahtası gibi sürekli değişmemesi gerek. Eğitim sisteminin meyvelerini vermesi için en az on yıl sebat etmemiz gerektiğini de düşünüyorum. Sebat etmek, yeni sisteminin tam anlamıyla oluşana kadar sabretmek sanırım apayrı bir konu. Bu hızlı ve bir o kadar tüketim zamanlarımızın en önemli konularından biri olan sabır öğesini -kişisel ve toplumsal sabır- daha uzun uzadıya konuşmak için ayrı bir yazı açmamız gerektiği kaçınılamaz bir gerçek.
Yukarıda bahsettiğimiz sorular hakkında ilerlemeden önce konuyu tasavvufi pencereden de bakalım. Tasavvufi açıdan bakıldığında cehaletin bilgisizlik olmadığı kâmil insanı idrak edememek olduğu düşünülür. Kâmil insanı idrak etmek için de tasavvufi mertebeleri bilmek, bilmesek de kâmil insana saygı göstermemiz gerekmektedir. Kâmil insanın kim olduğunu Yunus Emre’nin dediği gibi cevaplamayı daha uygun görüyorum. “Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun, ben benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım, ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” Kâmil insan dediğimizde, hoca tarikat gibi kavramların aklımıza geldiğini düşünüyorum ancak burada bahsetmek istediğim konu o değil. Evet kâmil insanlar hoca- mürşid olarak adlandırılabiliyor. Ancak manevi duygular o kadar suiistimal ediliyor ki hangi hocanın- mürşidin kâmil olduğunu anlayamıyoruz. Sığ hoca -mürşid -mürid gibi kavramlara takılı kalmayarak salt kâmil insanı tarif etmek istediğimde aklımda şu cümle oluşuyor. Karşısındaki insanı kendine, menfaatlerine değil Allah’ a (yaratıcıya), güzel ahlaka çağıran kişidir kâmil insan. Cahil insan, kâmil insanı idrak edemediği için Allah’ ın (yaratıcının) kuvvetini kudretini de idrak edemez ve nefsine yeni düşer. Her şeyin kendisinden meydana geldiğini düşünür mağara teoreminde olduğu gibi ve mağaranın dışından yani kendisinin dışında hiçbir kuvvetin olmadığını düşünür.
Konuyu her iki düşünce tarzından inceledikten sonra yukarıdaki sorularımız üzerine tartışmaya başlayabiliriz. Konuyu bilimsel olarak incelemeye başladığımızda cehaletin tanımını yapmıştık. Ulu önder Atamızın dediği gibi bu düşmanı yenecek olan su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkan ilk silahımız eğitimdir. Yalnız burada dikkat etmek istediğim konu eğitim kelimesinin anlamıdır. Eğitim, bireyin davranışlarında kendi yaşantıları yoluyla, kasıtlı olarak istendik yönde davranış değişikliği meydana getirme sürecidir. Bireyin kültürlenme süreci olarak da adlandırabiliriz. Eğitim, birey doğduğu andan itibaren başlar; aile, okul ve çevre etkileşimiyle yaşam boyu devam eder. Öğretim ise eğitimin okullarda planlı programlı yapılan kısmıdır. Öğretim, belirlenmiş olan müfredatı öğrenmektir. Her yılın Eylül ayında ülke olarak yeni bir eğitim öğretim yılına başlarız. Ancak okullarda artık sadece öğretim görülmeye başlandığını üzülerek düşünüyorum. Eğitim olarak bahsettiğim konu salt okuma yazma öğrenerek kelimeleri, kitapları müfredatları öğrenmek değil, yukarıda da söylediğim kültürlenme sürecidir. Bunu da yalnızca okuyarak değil okuyup hayatımıza içerisinde yaşayarak yapabiliriz.
Günümüz teknoloji çağında artık tüm bilgiler iki parmağımızın arasında ancak nasıl oluyor da bazı konular hakkında bir haber olabiliyoruz? Naçizane düşüncem, bilgi sahibi olmak için gerekli sabrı göstermiyoruz olmamızdır. Yeteri kadar okumuyoruz, dinlemiyoruz ve izlemiyoruz. Youtube gibi bir mecrada onlarca kitabı on dakikalık videoya sığdıran insanların ürettiği videolar var ve bu insanların abone sayısı da çok yüksek. Videolar; psikoloji, sanat bilim ile o kadar dolu ki onlarca kitaptaki bilgi hap şekline gelmiş durumda ancak bu olanlara rağmen bilgilenme seviyemizin yıllar geçtikçe düştüğünü düşünüyorum. Bu durumun okuduğum bir araştırma ile bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Youtube kullanan öğrenciler arasındaki çalışmaya göre, çalışmaya katılan her on kişiden yedisi videoları hızlandırarak izlediğini belirtmişlerdir. Bu durumu savunmalarını da izlenecek çok video olması ve hepsini izlemek için zamanın kısıtlı olması bu nedenle hızlandırarak izlemek olduğunu belirtiyorlar. Gerekli sabrı göstermeden öğrenmeye çalışılan bilgi, o konu hakkında sanki her şeyi bildiğini düşünmesi ve sonucunda yukarıda belirttiğimiz Dunning-Kruger etkisi olarak yorumlayabiliriz.
Felsefecilerin yıllarca üzerinde tartışmış oldukları cehalet, teknolojinin ve dolayısı ile sosyal medyanın hızla gelişmesi ile karşımızda daha çok çıkar ve çok dikkat edilesi bir konu haline gelmiştir. Sadece beyin kıvrımlarımızı değil kalp kıvrımlarımızı da bilgilendirerek ve en önemlisi kıvrımların yeteri kadar bilgilenebilmesi için sabrederek günümüz çok bilmişliğini yenebileceğimizi düşünüyorum. Kendi mağaralarımızdan çıkıp aydınlık günler görmek dileği ile.