Biz çocukken erik ağaçlarına dalardık. Olmamış erikleri midemiz ağrıyana kadar yerdik. Ağacın sahibi bize kovana dek doymaz, inmeyi enayilik sayardık.
Biz çamurlu yollarda top koşturarak büyüdük. Koştururken ayaklarımız kıçımıza değerdi. Pantolonlarımızın çamurlarını temizlemekle geçerdi saatlerimiz. Başka pantolonumuz da yoktu zira.
Biz topumuz olmadığında taşı top yapan son çocuklardık. Ayakkabımızdaki deliği saklamaya dahi çalışmazdık. Olduğu gibi görünmeyi şiar etmez bunu bir görevmiş gibi uygulardık.
Dama taşlarımız kırık kiremitlerdi bizim. Çizebildiğimiz kadar oynardık. Yaratıcıydık. Borunun içine ince külahlar yerleştirir, birbirimizi vurabildiğimiz ölçüde başardığımızı hissederdik.
Düştüğümüzde hiçbir şey olmamış gibi kalkmak marifetti bizim için. Kimseden yardım beklemez, hatalarımızın sorumluluğunu üstümüze alırdık. Yaralarımızın kabuklarını soyarak büyüdüğümüz o eski sokaklarda yokuş aşağı bisiklet sürerken, ön kaldırarak atabildiğimiz pedal sayısıyla kıymetlenirdik.
Küçük şeylerle mutlu olabilen son nesildik biz. Zenginliğimiz misket sayısıyla ölçülürdü. Halı sahada futbol oynayabilmek için kentin futbol seçmelerine katılırdık. En büyük başarılarımız attığımız güzel gollerin gölgesi gibiydi. Lokallarde gıptayla abilerimizi seyreder onlardan ne öğrensek kar sayardık. Satranç oynayanları izleyerek bu oyuna merak salar, onların büyük sahada yaptığı maçlara amigoluk ederken kokusu ve tadı burnumuzda tüten yaşlı amcanın sıcacık poğaçalarını yerdik.
Parkımızdaki ağaçları o zamanlar kesmemişlerdi. O ağaçlar büyük ve ulu çam ağaçlarıydı. Biz, karnımız acıktığında fast food cafelere gidemezdik. Parkın sokaklarında ellerimiz kapkara olurdu. Çünkü ,ideal öğünümüz çam fıstıklarıydı. Toplayabildiğimiz kadarını toplar, gelecek güne bırakmadan hepsini taşla kırıp içindeki nevaleyi silip süpürürdük. Çam fıstıkları şimdi çok pahalı istesek de yiyemiyoruz.
Yılbaşlarını ve bayramları hasretle beklerdik. Yılbaşında yiyebildiğimiz kadar farklı kuruyemiş, kola ve bilimum et ürününü tüketir, bayramlarda, simit-ayranı zor alabilen harçlıklarımıza nazar edercesine çikolata ve abur cuburun dibine vururduk.
Bize balık veren olmadığı gibi balık tutmayı da öğreten olmazdı. Genel itibariyle “sen yapamazsın be salak” denip kestirip atılırdı. İlk oltamızı harçlıklarımızı biriktirerek almış ilk tuttuğumuz balık olan domuzcuğu aynalı sazan sanmıştık.
Su gibi akıp geçen zamanın ardından dönüp baktığımda, iyi ki bu zorlukları yaşamışız diyorum. Her şeyi çaba göstermeden elde eden bir güruhtan olmadığım için kendimi şanslı addediyorum. Biz sokaklarda “biz” olmuşuz. Bunu geçen yılların ardından daha iyi anlıyorum.