Umutlarımın muhitlerine yerleşecek hayallerimin icazetlerini,
Meçhule uçuveren hırçın kuşların ayaklarına bağlı görmüşler.
Derken çekmiş vurmuşlar, o güzelim hırçın canlardan birini,
Açınca fermanın kurdelesini, içinde gam ve keder görmüşler.
Koşarak gelip dediler, “Bak kurtardık çocuk be seni!”
Ah… Sevinemedim, sır için kuşçuğu serden etmişler.
Gerçi vurur muydular ki oncağızı, sırrın özü bilinseydi,
Derler, “En zifiri olmadan gece, olmazmış vakt-i seher.”
Çıktım kör çobanın iline, o kimsesiz yüksek dağlardaki,
Sağdan hüzün, keder yeli; Soldan hasret, matem eser.
Saklanmayan halimiz olmuş artık bu köre bile vaki:
“İşte bu kana kana içtiğindir senin, Ab-ı Kevser.”
Dedim, “Bu kevserin yanında ikram yok mu bari?”
Dünyadan ikram bekleyen kevserden olurmuş meğer.
Bizdeki mahzunluk içki-i derman imiş, dert ise saki,
Dedi, “Anlatayım da hatırlasın umut nedir her zer…”
Umut, kaderi yazan kalemin olmaktır mürekkebi,
Dünyanın olmazlarına, namümkünlerine vurmaktır neşter.
İnsan, gökten damla olarak toprağa düştü düşeli,
Cefa, her kadının analık ezasından umut olarak biter.