Soğuk bir kış akşamında, montuma sarınmış rüzgara karşı yürüyordum. Şimdiye kadar uçmamışsam, elimdeki torbaların ağırlığından. On iki bayatlamış ekmek, yirmi kap pilav ve plastik torbalara bölüştürülmüş bir tencere kuru fasulyeyi soğuktan morarmış ellerimle güç bela taşıyordum. Sekiz torba daha taşımıştım. Bunlar üç sokak ötedeki lokantalardan arta kalanlar. Bu gece piyangoyu vurduk. Bu gece aç kalmak yok. Bu gece devrim gelir mi bilinmez ama kesinlikle ölmek yok. Havada kırmızı bir tat. Öyle bir kırmızı ki, her nefeste ciğerlerimi kavuruyor. Ayak bastığım her taş, nasıl oluyor bilmiyorum kırmızıya dönüşüyor. Dilim durmadan kırmızıyı heceliyor. Kır-mı-zı. Arkamda bıraktığım her yer kırmızı. Hızlanıyorum. Önümde kıvrılarak uzayan bir cadde, caddede binlerce insan. Devrim bu gece olacak. Gerçek keskin bir bıçak gibi kesiyor nefesimi. Kırmızı bunun işareti. Emri biz vermedik, Şehir çoktan kesmişti yolculuğun biletini. Özgürlüğümüzü almanın, bize ait olana sahip olmanın zamanıydı.
Eğer eviniz sokaklarsa sizi neyin beklediğini ilk fark edenlerden olursunuz. Yaklaşmakta olan yağmuru, ihmal sonucu gelecek ölümleri, rüzgarın hangi yönden estiğini, ayın hangi evresinde olduğunu ve akla gelebilecek her türlü şehir olayını önceden bilirsiniz. Bizi diğer insanlardan ayıran, karanlık çökünce koca gövdemizi uzatacak bir yatağın olmaması değil. Bizler sokağın dilini biliriz, onlar keyif ve paranın. Bizler bulduğumuz bayat ekmeği paylaşmakta sakınca görmeyen, onlar birbirlerinin kuyusunu kazmakta tereddüt etmeyen. Bizim istediğimiz boş bir bank, onların istediği geniş salonlu bir ev. Bir aslında ne kadar büyük. Biz tahtadan bir bank, onlar geniş salonlu bir ev. Şimdi Tayyar Abi’ye söylesem bunları “Ulan başladın yine” der, güler geçer. “Gülüp geçmek ancak bize yaraşır Tayyar Abi’m” derim, koca elleriyle başımı kavrayıp gözlerim içine baka baka güler. Gariptir Tayyar abinin gülmesi. Acı güler Tayyar abi, gülüşü kavurur içimi.
Şehrin ışıkları altında oturur, belli belirsiz gözüken yıldızları seyrederiz. Sıra aya gelir, her şekline farklı anlamlar yükleriz. Her akşam işlerinden evlerine dönme telaşından kendini alamayan makineleşmiş insanların bilemeyeceği bir aydır bizimkisi. Bizim ayımız başkadır. Bizim yıldızımız başka. Galaksimiz bilmem kaç ışık yılı uzaktadır. İşte şimdi yine onların bilemeyeceği bir şey yaklaşıyor bu gece. Devrim. Nefesini ensemde hissediyorum. Yoldaşlara haber vermeli. Adımlarım hızlanıyor, önümde uzayıp giden cadde. Binlerce kayıtsız insan. O kayıtsızlıkların içinde kümelenmiş onlarca his. İnsanoğlu denilen mahluğun günde en az yirmi farklı hisse kapıldığını kabul edip bunca hissiz yüze bakmak bozmuyor neşemi. Bir an duraksıyorum; acaba yüzümden anlarlar mı olacakları? Ya anlayıp olacaklara engel olurlarsa? Çabuk düzelt yüzünü. Aralarına karış. Sakince yürü. Herkes gibi ışıklı camekanların yakınından geç. Camın arkasında tanıtılan son model pahalı telefonla ilgilen. Gösterdiğin tek his telefonun özelliklerine duyduğun hayret olsun ve az sonra camın önünden ayrıl. Yoluna devam et. Dudaklarını ısırmayı kes! Anlayacaklar. Korkuyorum. Bu hissizler ordusu bende bir şeyi çözerse sonuna kadar gitmeden durmazlar. Eğer birisi anlar ve beni alıp sorgulamaya kalkarsa onlara canım pahasına da olsa hiçbir şey söylemeyeceğim. Gerçek bir yoldaş düşmana asla konuşmaz. Devrim bizim kurtuluşumuzun tek yolu.
Tayyar abi okuma yazma bilir. Bir gün çöpte bulduğumuz kitaplardan birini okudu. Tarihte bizim gibi ezilen topluluklar çok savaşmış, çok kan dökülmüş hak ettiklerini alana kadar. Her cümlede geçerdi devrim denen o kelime. O kadar çok geçti ki, zamanla anladık hem de o kelimeye en ihtiyaç duyduğumuz zamanda anladık. Son birkaç aydır sokaklar eskisinden de kötü. Devlete güvenemez hale geldik. Polis, evsiz arkadaşlarımızı öldürmekte sakınca görmüyor. Halk polisle iş birliği içinde ve işler her geçen gün karışıyor. Sabaha karşı parkın birinde bir arkadaşımızı ölü bulmamışsak o günü şanslı sayarız. Birkaç ay önce on beş yaşındaki Salih’in cesedini bulduk parkta. Bütün gece ağlamaktan göz pınarlarımız kurudu. Sabah ilk iş karakola gittim, polislere ”Salih’imin katilini bulun, cezasını kesin abilerim” dedim. ”Senin Salih devletin polisine karşı çıktı, cezası kesildi” dediler. “O nasıl söz abim, Salih akıllı çocuktur, kimseye karşı çıkmaz” dedim. Güldüler. Gitmemi söylediler. Yüreğimde yanan ateşle bizim sokağa geri dönünce olan biteni yoldaşlara anlattım. Önce bağrışmalar duyuldu. Salih’imin cezasını kendi elleriyle kesmişlerdi. Üstelik bir suçu da yoktu. Hepimiz saatlerce sustuk. Kimsenin ağzından tek bir kelime çıkmadı. Akşama doğru Tayyar Abi bozdu sessizliği, direnişe geçmemizi söyledi. Örgütlendik. Tayyar Abi o gece hepimizi rütbelendirdi. Başlarda amacımız sadece kendimizi korumaktı. Topluluk halinde hareket ettik, kesici aletler biriktirdik ve küçük çaplı cephanemizi oluşturduk. Cephane dediğim her türlü kesici alet. Geceleri sırayla nöbet tuttuk. Tayyar Abi’nin planı işe yarıyordu. Bir ay gibi kısa bir sürede polisin üzerimizde kurduğu baskılar azaldı. Bir aydır hiçbir arkadaşımız can vermemişti. Beş ayın sonunda ordumuz daha da güçlendi. Adımız başka semtlerde duyulmuştu. Bize kahraman diyen de vardı çakallar sürüsü diyen de. Her gün ordumuza yeni yoldaşlar katılıyordu. Yedinci ayın sonunda iki yüz kişilik bir orduyduk. Tayyar abi dikkat çekmemek için bizi küçük gruplara bölmüştü. Ordumuz genişledikçe amacımız da genişledi ve bu basının ilgisini çekti. Kuruluş amacımız kendi canımızı halktan ve gerekirse devletin polisinden korumaktı fakat sonraları durum değişti. Bir akşam Tayyar Abi çok önemli bir toplantı duyurusu yaptı. O gece orada olanlar olmayanlara uzun uzun anlattı konuşulanları. Ordumuz artık daha büyük bir amaca hizmet ediyordu. Tayyar Abi çöpteki kitaplardan çok daha fazlasını öğrenmişti. Sokaklarda yaşama hakkımızı silahlarımızla korumakla yetinmeyecek, devlete haklarımızı kanun yaptıracaktık. Yaptıracaktık ki önce halk sonra polisler bize dokunamasın ve eğer olurda dokunmaya yeltenirseler bedeli olmayacağını düşünmesin. Silahlı direnişin yanı sıra, sözlü direnişe de geçmeye karar verdik. Ordumuzun bir kısmı bu amaca yönelik çalışmaya başladı. Aramızdan olabildiğince en iyi okuyanı, en iyi konuşulanı seçildi. Ben seçilmedim. Derdimi insanlara konuşarak değil yazarak anlatabiliyorum. Bizim ordunun gerizekalılarından kabul edilirim, bu yüzden hala silahlı direnişteyim. Gerizekalıydım belki ama Koca Yürek derlerdi bana. Tayyar Abi takmıştı bana bu ismi “İçinde kocaman bir yürek var” derdi hep. Ara sıra silahlı direnişte önemli roller alabiliyordum fakat genelde yemek işleriyle ilgilenen topluluktaydım. Cephane işlerinden sorumlu yaklaşık yirmi kişilik bir ekip vardı. Kendimizi ancak bu şekilde koruyabiliyorduk, tabanca ve mermi gerektiren bir ordu değildik, olmak da istemiyorduk. Amacımız canımızı koruyabilmekti. Bu zamana kadar kimseyi öldürmedik. Kendimizi korumaktan başka bir şey yapmadık ve silahlı direnişten sözlü ve yazılı direnişe geçiş çalışmaları başladı. Yazılar yazdık, eylemler yaptık, ilk kez bir yerde toplanıp korkmadan sesimizi yükseltebildik, bizim olanı isteyebildik, arkadaşlarımızın katillerinin peşinde olduğumuzu söyleyebildik, demokratik haklarımızı dile getirebildik. Yaptığımız eylemler medyanın dikkatini çekti ve bir hafta içinde dört farklı gazeteci Tayyar Abi ile röportaj yaptı. Bu röportajlar derin etki yarattı ve bazı dernekler bize hukuki süreçte avukat sağlayabileceklerini söylediler. Tüm bunlar olup biterken yarım yamalak olan okuma yazmamı kısa zamanda ilerttim ve direnişe yazılı ve sözlü ufak katkılarda bulundum. Birkaç hafta sonra avukatlar, yanlarında birkaç milletvekili ve bir yığın basınla sokağımıza geldiler ve bizi dinlediler. Milletvekilleri meclise yasa önereceklerini, avukatlar ise ölen arkadaşlarımızın sorumlularını bulmak için çeşitli davalar açacaklarını söylediler. Direnişimiz gerçekten de işe yaramıştı. Fakat eylemlerimizden vazgeçmedik. Her geçen gün daha büyüğünü düzenliyorduk ve halktan destek verenlerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktu. Medyanın ilgisi üzerimizdeydi fakat Tayyar Abinin korktuğu şeyler vardı. Polislerden bu zamana kadar hiçbir açıklama, hiçbir tepki gelmemişti ve bunu iyiye yormuyordu. Her gece tetikteydik, nöbetçi sayılarımız sıkılaştı, her sokakta gözetmen yoldaşlar vardı. Ne zaman olacaktı bilmiyorduk ama mutlaka olacaktı. Tayyar Abi kestiremiyordu, kafası karışıktı. Ordumuzdaki herkes, her güneş batışında biraz daha endişeye gömülüyordu. Fakat ben yemekleri merkez sokağımıza taşırken o gece olacağını biliyordum. İşte bizim sokak. Anında saptım sokağıma, sessizdi, kimseler gözükmüyordu ve sokak lambaları flaş gibi yanıp sönüyordu. Sokağa adımımı atar atmaz bir terslik olduğunu anlamıştım. Adımlarımı yavaş ve tedirgin atmaya başladım ve elimdeki yükleri bir kenara bıraktım, elim cebimdeki bıçağa doğru gitti. Neredeydiler? Önemli bir durum olmadıkça ayrılmazlardı. Sokağın sonundaki lamba bozuktu ve ben bir bilinmeze doğru yürüyordum. Yolun sonunda beni bir şeylerin beklediği kesindi ve ben felakete yürüdüğümü biliyordum. Beynim her türlü düşünceyi reddediyordu. İyi ya da kötü. Olumlu ya da olumsuz. Hiçbir şey düşünemiyordum, her şey anlamını yitirmişti. Başımı kaldırıp aya baktım. Dolunayın ışığı her zamankinden soluk. Attığım her adım gerçekleşmesi kaçınılmaz görülen koca devrimin harabesini bırakıyor geride. Attığım her lanet adım devrimden vahşete doğru gelişen bir evrim. Duyduğum inilti beni harekete geçirdi. Hiç düşünmeden karanlığa koştum, Tayyar Abinin adını haykırdım. Adı sessiz sokakta yankılanıp yüzüme tokat gibi çarptı. İşte önümdeydi kanlar içinde abim. Tayyar abim. Baş komutan. Baş öğretmen. Göğsünde kandan bir göl. Son bakışları benim üzerimde. Eğilip elini tuttum, kaldırmaya çalıştım, kaldırıp onu bu lanet yerden götürmeye çalıştım fakat koca gövdesi her zamankinden ağır. Zaten kalkmak gibi bir niyeti yok. Her şeyi kabullenmiş. Gür sakallarında ağzından gelen kanlarla bir şeyler söylemeye çalışıyor.
-Koca yürek, dedi ağzından çıkan zor nefesle ve delip geçen gülümsemesini koydu yine suratına.
-Söyle abim, diyebildim hıçkırıklar içinde güç bela.
Yüzümdeki hayal kırıklığını görmüş olmalı ki üzülmemem gerektiğini söyleyen bir işaret yaptı başıyla.
-Sen hiç can verilmeyen devrim gördün mü? dedi.
O an daha fazla kendimi tutamayıp bağıra bağıra ağlamaya başladım. Fakat uzun sürmedi. Başımı kaldırdığımda yoldaşlarımın cansız bedenlerini gördüm. Her biri sokağın bir ucuna savrulmuştu. Hıçkırıklarım boğazıma gömüldü ve tekrar Tayyar Abi’ye döndüm.
-Çantamı al ve kaç, dedi kısa kısa nefesler arasında, birazdan gelecekler. Yüzü o kadar kesindi ki onunla orada kalsam beni asla affetmeyeceğini çok iyi anlamıştım ve yanındaki dikişleri sökülmüş asker yeşili çantayı alıp koşar adım uzaklaştım. Sokağın sonuna geldiğimde polis sirenleri duyuldu ve ben ardımda bıraktığım büyük devrimin büyük harabesine son kez bakıp oradan uzaklaştım.
Geceyi sokaktan çok uzak bir yerde geçirdim ve bütün gece gözyaşları içinde Tayyar Abimin kitaplarını karıştırdım. Bize öğrettiği şeylerin hepsini buradan öğrenmişti. Devrimin tek kanıtıydı artık bu kitaplar.
Ertesi gün gazeteleri okuduğumda olan bitene inanamadım. Polisin yaptığı açıklamada, sokak çetelerinin kendi aralarındaki anlaşmazlık sonucu kanlı bıçaklı kavgaya tutuştukları, polisin bunları bastırmak için uğraşırken saldırıya uğradığı ve üç polis memurunun ağır yaralandığını yazmışlardı. Çetelerin güvenilmez olduklarına ve aralarındaki iktidar kavgasının böyle bir çatışmayı kaçınılmaz hale getirdiğinden bahsetmişlerdi. Yalancılar diye bağırdım, yalancılar! Aramıza casuslarını sokup çete içi kavgaymış gibi gösterdiler. Yaralanan üç polis memurunun casuslardan olduğu bir gerçek. Herkesi öldürdükten sonra adalet bekçiliği rolünü üstlenip olay yerine bu sefer üniformalı halde ikinci kez gelmişlerdi. Her şeyi istedikleri gibi planlamışlar.
Bir an bile durmadım. Karakolun önüne koşarak gittim sadece on dakikamı aldı ve karakolun önünde delicesine bağırmaya başladım. Bıçağımı karakolun merdivenlere atıp beni de öldürmelerini söyledim. “Son kalan devrimciyi de öldürün haydi ne duruyorsunuz!” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Geri kalanını hatırlamıyorum.
Sonrasında bir hastanede yatıyordum. Uzun sorgulama süreçleri geçirdim, aynı anda birden fazla psikolog ve psikiyatr incelemeden geçtim, akıl sağlığımın yerinde olmadığına karar verildi ve 1 hafta içinde susturulup bir hastaneye kapatıldım. Birkaç ay sonra halk tarafından açılan onlarca davanın ilk sonuçları gazetelerde yazılmaya başlandı. Açılan iki davada hakim olay anında sokak kameralarının çalışmadığı ve yeterli delinin bulunmadığına kanaat ederek dava için takipsizlik kararı çıkarmıştı.
Kaybetmiştik. İstediğimiz sadece sokaklardı. Yaşama ve barınma hakkımızdı istediğimiz, bizim olanı almaktı ve yaşayan tek devrim savaşçısı olarak bir hastanede esirdim. Üstelik akıl sağlığımın yerinde olmadığı raporla tescilliydi ve olayın tek şahidi olarak verdiğim ifade geçersizdi. Her gün o anları yeniden yaşıyor ve çoğu zaman sokaklarda hala devrim ateşinin yandığını hayal ediyor, her sabah gazeteyi bu umutla açıyordum. Her yeni gün yeni bir hayal kırıklığıydı. Gazeteler devrimi unutmuş, davalar düşmüş ve insanlar olası bir başkaldırı durumunda sindirilmeye hazırdı.
Hastanede günler sıradan ve sıkıcıydı. Beni hayata tutan tek şey Tayyar Abi ve yoldaşların anılarıydı. Her gün Tayyar Abi’nin kitaplarını okuyor, artık her satırını ezbere bildiğim yazıları okumaktan büyük zevk alıyordum. Bu kitapları okuyarak her günü Tayyar Abi’yi anma günü ilan ediyordum. Bu sırada hastane yönetimi tarafından bir sürü ağır ilaca tabii tutuluyordum ve bu ilaçlar hafızamı olumsuz derecede etkiliyordu. Verilen ilaçların kasıtlı olarak yapıldığını sonradan anlayacaktım. İlaçları yutmama imkanım yoktu, her gün tekrarlanan kan testimde ilacı arıyorlardı. Bunları anladığım gün başımdan geçen her şeyi bu satırlara dökmeye karar verdim. Belki günün birinde bunu bile yazdığımı unuturum. Bunu okuyacak kişiye koca bir devrimin harabesini anlattım ve odamın en gizli köşesinde saklıyorum. Devrimin anısına yapabildiğim tek şey bu.
Ben Tayyar Abimin ve Yoldaşlarımın yanına gidiyorum sayın okur. Kendine ve gelecek devrimlere iyi bak.