Hatalarımızın üstüne yeni hatalar bindiriyoruz. Tutunduğumuz dallar kırılıyor, tutsağı olmaya razı geldiğimiz sarmaşıklar kopuyor. Öyle bir durumdayız ki hesap sormamız bile engellenmiş, kendimizin önüne set koymuşuz. Zamanında; geri dönüşler, cevaplar, izahlar, çekinceler ve eleştiri yeltenmelerini eksenimizin öyle dışına itmişiz ki fersahlarca uzaktan gelen zayıf meltemlerini kaçırmamak için camdan ayrılmıyoruz. Belki de kendimizi miadı dolmuş senetlerin, geçersiz borçların alacaklısı olarak nitelendirmeliyiz. Yahut; serin, dilsiz, ruhsuz duvarlardan hesap soran, arsız duygu baronları diye de nitelendirebiliriz. Yozlaşmış, yoldan çıkmış, zehirlenmiş, zararlı, gereksiz ve karın ağrısı addedip, nezdimizde bu kategorilere giren bireylerin oluşturduğu taifeyi uzaklaştırmakla geçen bir sürecin ardından yaklaşmayı ve yakınlaştırmayı unutur hale gelmişiz. Nedenler ve sonuçların nüvesi üzerine yorduğumuz onca zaman nicedir kafi gelmiyor, kifayetini yitirmiş.
Yükselmek ve hedefin sonunda varılacak noktada yalnız kalmanın yol açtığı dilemmada tıkanıp bir türlü stabil kalamayışımız hakkında da bir iki kelam etmek isterim. Özgür olamayışımızın ve hiçbir zaman da tam bağımsızlığa erişemeyecek olmamızın müsebbibi bu ikilemdir. Herkes birbirine zincirlerle bağlı ve en yalnızlar dahi çevreyle daimi bir iletişim içerisindeler. Üzerinde bulunduğumuz düzlem eğreti münzeviliklerin pik yaptığı noktalarda pişmanlık belirtileri ile kızıyor. Tekinsiz, çorak, yapay ve sanal bir gerçekliğin güvenli sınırlarında kısmı güvenli bölgeler oluşturduğumuzu düşünüyoruz fakat her uzaklaşmanın ardından bulunduğumuz ortamın dinamiklerine yabancılaşarak, kendimizi, formülü hiçbir zaman yeterli düzeyde doğruluğa ulaşamayacak olan bir ütopya kurgusunun hayali içerisine vakfediyoruz.
Ve tüm bu olanların sonunda, gözler kapalı, diller lal olmaya teslim, eller arkada kenetlenmiş, dizler kırık, nizamı gevşek bir halde bölüm sonu canavarını defetmeyi umuyoruz.