ELİMDE OLMADAN
Hayatımı benden dinlediğiniz kadarıyla, eve yeniden dönüş yolunda aldığım karar doğrultusunda öfkeli biri olmaktansa, neşeli bir gaddar olmaya karar vermem üzerinden kaderimi kendimin tayin ettiğini düşünebilirsiniz. Gerçek olan şu ki, bu önemli bir dönüm noktası olmakla beraber, aslında yine bana daha önceden ulu tanrılar aracılığıyla sunulmuş bir yaşamın küçük bir dokunuşla şekillenmesinden ibarettir. Belki artık bağırıp çağırmak yerine, gülen ve neşeli biri rolünde olmam, aktardıklarımı yaşamama mani olacaktı, lakin oğlum, eşim ve pişmanlıklarımın da önüne geçebilecekti.
Ben Kumburgazlı bir balıkçının en büyük oğluydum. Yaşadığımız bölgede babama Yunan tanrılarından en çok sevileni olan Dionysus’a ait bir lakapla “şarapların piri” diye seslenilirdi. Şarap içmesini yapımı kadar iyi bilen babam Hamdi, bölgenin nüfusunun çoğunluğunun Rum olmasından dolayı kendi örf ve adetlerinden uzak büyümüş, Antik Yunan ve Roma edebiyatı uzmanı sayılabilecek ölçüde okumuş, araştırmış, bununla da kalmayıp, kendini 12 Olimposludan birinin torunu tayin etmişti. Çocuklarına sık sık öğütlerde bulunur, bunu alenen değil, bir kuytuda fısıldar gibi yapar, kimselere söylemememiz konusunda da tembihlerini tehditkâr bir üslupla sergilerdi. Bir gün kardeşim Hasan-bir arkadaşından duymuş olacak- “Baba tanrılar tanrılar diyorsun ama tanrı tektir” deyince, babam küpünden bardağa gitmemek üzere pıhtılarıyla yol alan şarap misali oturduğu iskemlesinden doğruldu ve
“Tek olan da, bir düzine olan da, inanılansa eğer sorun yok. Sen tek dersin ben binlerce sayarım. Zaten tektir de. Senin inandığın tanrı senin için biricik değil midir? Evet öyledir. Benim inandığım da bana. O zaman ister yüz olsun ister bin. Mesele inanmak ve onların buyruğunda bir yer kuşatmak. Kurduğun yaşamı onların sözlerine bağlı kalarak çitlerle öremediysen, tanrının bir tane oluşu sana bir şey katmaz. Herkes kendi bildiğine inanır ve bu amaçla yaşar. Ben kardeşlerin krallığı olan Pantheona inanırım. Sen Sinegoga, öbürü Camiye, Kiliseye ya da başka bir şeye. Mesele inanmaktır oğlum” demişti.
O günden sonra, ben ve kardeşlerim- tabii en küçük olan Hasan dindar olmakta kararlıydı- pek çok kitap okuduk ve “ne” sorusunu sürekli sorduk. Mevsim yaza dönünce, baharın ilk günlerinden alışkanlığımız olan bahçede kahvaltı yapma durumuz sürdü. Her sabah, annemin mezarına bakan yer için dört kardeş arasında çetin bir mücadele yaşanır Sedat hariç hepimiz neden orada oturmak istediğimizin bilincinde yarışırız ve her gün bu ulusal rekabetten en büyük kardeş olan ben galip çıkardım. Babamın edebiyat ve şiir tutkusu mahalle eşrafına göre annemin ölümüyle başladı. Annemi kanser denen bir belaya kurban eden babam, mezarlık müdürüyle günlerce kavga ettikten sonra, annemi evimizin bahçesine bakan-ki mezarlığın en ihtişamlı yeridir-muhitimizin her yanını gören bir yere defnettirmeyi başarmıştı. Babam, ilk aşkı olan bu kadına çok büyük bir tutkuyla bağlıydı. Ona olan aşkı dillere her dönem destan olmuştur. Ali Rıza amcaya göre ise bu aşk babama pahalıya patlamış, son olarak babam annemin ölümüyle kafayı yemiş kapatılması gerekilen bir “zır deli olmuştu”. Bunun en büyük nedenini ise, babamın bodur ve hafif kel oluşuna karşın, annem kasabanın en güzel kadını olmasına bağlardı. Kasabalı, bu afilli delikanlıyı, endamı çevre köylere yayılmış Zarife’ye hiç yakıştırmamış, evlilikleri birçok kez kahvelerde ve tek su kaynağı olan çeşmenin biricik dedikodusu olmuş.
Jüpiter’den Mars’a, Juno’dan Venüs’e tüm bu tanrılar ve ilahi dinlerin mucizelerinin çocukluğumuzun her saniyesini etkilediği bir evreden sonra artık ben bir delikanlıydım. İlkokulu başarıyla bitirmiş, ortaokulda şehre gönderilmesi gerekilen bir yetenek abidesiyken, babamın “yatılı okuyamaz” önsezisi karşısında kasabaya saplanmış kalmıştım. Beni Theseus’a benzetmiş olacak ki, tüm mal varlığı bana kalacağı için, krallığında daha fazla vakit geçirerek balıkçılığı ve bahçe işlerini öğrenmemi sağladı. Yeteneksiz ve beceriksiz bir veliaht, en son isteyeceği şeydir. Ben ise, İstanbul’un o görkemli mekteplerinde okuyarak, bilgili ve büyük bir adam olmak için her gün biraz daha büyüyor, biraz daha güçleniyordum. Ta Bizans’tan kalma bir binanın üniversite olduğunu duymuştum ve tek arzum burada edebiyat okumaktı. Bu emelim gerçekleşecek. Az kaldı. Artık 14 yaşındayım. Ne bir lüfer, ne de içi narlaşmış domates beni bu tutkumdan alı koyamaz. Ben bu büyük şehre gidip, büyük adam olacağım!
Son günlerde hep bunu tekrarlayıp durdum. Zeynep ile daha yeni tanışmıştım. Benden dört yaş küçük, Hasan’a akrandı. Hasan, kız kardeşimiz Elif ve zihinsel engelli olan Hasan’ın büyüğü Sedat hep birlikte oynardık. Nasıl oldu da daha önceden ben bu kızı görmedim. Ne de güzel, pek de akıllı. Ama daha 10 yaşında. O da İstanbul’da okumak istiyordu. O yaz, oyunlarla ve domateslerle geçen günlerden sonra artık öğretmen okulu için iki tercih yapmamız gerekiyordu. Tekirdağ üzerinde yoğunlaşan babam İstanbul’dan korkuyor, bana bir şey olursa tek bacağıyla peşimden koşamayacak olmanın ezikliğini yaşıyordu. Söylemeyi unuttum. Babam Kore’deki ilk kuşak gazilerdendir. Yüklü bir tazminat beklerken, hastane masraflarını dahi kendisinin ödemesine yanar durur.
Tekirdağ’da günlerim hep sayılı gibiydi. Buradan İstanbul için çarpan kalbime yenik düşmeden, tek arzum o büyük şehre yerleşmekti. Okulumu birincilikle olmasa da üst sıralarda tamamladım. İstanbul’a gitmem için önümde hiçbir engel kalmamıştı. Otobüse atlayıp kavuşma telaşı yaşarken, aldığım bir telgraf beni çok üzmüş ve Kumburgaz yoluna Kardeşim Sedat. Hiçbir zaman adını söyleyememiş fakat her kahvaltıda taze, çıtır çıtır ekmeklerimizi alarak bizi her gün şaşırtmıştı. Yine, ben Tekirdağ’da iken, ekmek almaya gittiği bir sırada otoyol sayılamayacak olan bir yolda süratle gelen bir otobüsün altında kalarak can vermiş. Babamın mezarlık müdürüyle kavga edeceğini ve çıngar çıkartacağını düşünürken, evimize vardığımda karşıma çıkan manzarayla darmaduman oldum. Babam Sedat’ın durumuna çok üzülmüş olacak ki, diğer bacağını da kullanamaz hale gelmiş. Hasan’a bunun ne zaman olduğunu sorduğumda, daha dün değil evvelki gün dedi. Kendimi çok kötü hissettim. Belki de babamın yerine geçecek olmanın bir korkusuydu bu. Cenaze işlemleri biter bitmez İstanbul’a gitmenin hayalini kuruyordum. Artık öğretmendim sonuçta. İstediğimi yapabilirdim. Hasan, Elif ve ben. Gidersem bu dindar ve zevzek babama bakabilecekler miydi? Aklımdaki tek soru o an buydu? Mezarlık aşaması tamamlanır tamamlanmaz biraz gezintiye çıkıp karar vermek istedim. Zeynep’i göreceğim aklıma bile gelmezdi. Bir kutuda : “Memet abi, Memet abi” diye seslendi. Küçükken de ona adımın “Mehmet” olduğunu defalarca söylememe rağmen, sürekli “Memet” derdi. Sesin geldiği tarafa başımı çevirdiğimde, sanki ilk kez görmüşüm gibi daha on altısında olan bu genç kıza şaşkınlıkla baktım. Onun okumadığını, aradan geçen altı yılda bahçe işlerinde uzmanlaştığını, sık sık Hasan’la balığı çıktığını, babasını kaybettiğini, annesi ve küçük erkek kardeşiyle yaşadığını öğrendim. Benim öğretmen çıkmama buruk da olsa sevinmiş olduğunu görmek hoşuma gitti.
Sedat’ın durumunun üzerimde yarattığı etkiyi anlamış olacak ki, konuyu çok uzatmadan daha sonra tekrar sohbet edelim dedi ve gitti. İstanbul’a gitmez burada kalırsam bir şartım olacak. Buraya beni babamın durumu dışında bir şeylerin bağlaması gerekir. Bu Zeynep olabilir mi? Neden olmasın ki? Hem o da benimle gurur duyuyor, ev işlerini biliyor, çok güzel bir anne olacağı aşikâr. Hem benden iyisini mi bulabilir bu köy yerinde. İçimde bir tebessüm belirdi. Derken, günler gecelere karıştı ve önümüzdeki ilk karda düğünümüzü yaptık. Zeynep bana evlenince de abi der mi diye düşünürken, çekingenliği utanca dönüşmüştü. Annesinden onu istediğimde çok mutlu olduğunu söylemişti. Fakat belki de hiç öğrenemeyeceğim bir burukluğu vardı. Acaba benim gibi okumuş, bilgili, kültürlü birine kendini yakıştıramıyor.
İlkbahara doğru balıktan dönen Hasan, lüferleri satamadığını, epey dalgalı olan denizin de artık bizi istemediğini, balık işini bırakmamız gerektiğini söyledi. Nedenini ise kayığına atladığında yaşadıklarına bağladı.
“Bu zırvaları kes artık. Senin işin bu. Yoksa ne işe yararsın, deli saçması şeyler okuyacağına biraz aklını başına topla.” dediğimde ise hıçkırarak evden çıktı. Zeynep onunla aynı fikirdeydi ama bunu bana karşı hiçbir zaman söyleyemezdi. Artık evli olmam dolayısıyla da evde tek hükümdar bendim. Evli olmamın yanı sıra, geçtiğimiz sonbaharda babamın ölümü hâkimiyetimi taçlandıran en önemli vakaydı. Hasan, Elif, Zeynep ve ben. Ailem artık bunlardı. Ya da toparlamam gerekirse, Hasan ve Zeynep’in aşk çemberinde, ben o evde bir zümreydim. Ben daha Tekirdağ’dayken birbirlerine söz vermiş olan Hasan ve Zeynep’i nasıl oldu da hiç anlamadım. Zeynep hamile olduğunu söylediğinde, bunun Hasan’dan olduğunu gözyaşları arasında bir çırpıda haykırdı. Kardeşimin ona tecavüz ettiğini sanarak Hasan’ı boğmuştum. Fakat ilk görüş günümde, tabii ki bu aylar sonra gerçekleşti, Elif bana tüm olanları anlatmıştı. Artık evdeki öfkem yerini neşeli dolu anlara bırakmıştı. Bu neşe tamamıyla kendi hatalarımdan kaynaklanıyordu. Nasıl oldu da Hasan ve Zeynep arasında bir şeyler olabileceğini tahmin edememiştim. Her gün dalgalara rağmen atılan ağlar ve akşama
Fakat bunun için biraz geç kalmış olmakla beraber, dışarı çıkıp Hasan’ın çocuğuna babalık yapmanın hayalini kurdum. Dönüş yolunda aldığım karar doğrultusunda öfkeli biri olmaktansa, neşeli bir gaddar olmaya karar vermem üzerinden kaderimin yazıldığını düşünebilirsiniz. Gerçek olan şu ki, bu önemli bir dönüm noktası olmakla beraber, aslında yine bana daha önceden ulu tanrılar aracılığıyla sunulmuş bir yaşamın küçük bir dokunuşla şekillenmesinden ibarettir. Belki artık bağırıp çağırmak yerine, gülen ve neşeli biri rolünde olmam aktardıklarımı yaşamama mani olacaktı, lakin oğlum, eşim ve pişmanlıklarımın da önüne geçebilecekti. İşte babamın Theseus’u olan benim kaderimde böylece yazılmış oldu.
Çünkü mahkûmiyetim bitince, hayatımda değişen hiçbir şey olmadı. Ölümün gelip beni bulacağı günü beklemek tek etkinliğim olmuştu artık.