Eski bir şarkı hatırlatıyordu bazı şeyleri; akla gelmeyen, yitirilmiş, kenarda köşede kalan hayalleri. Onlar tam bir öksüzdüler duygular karşısında. Yıllar boyunca iki kelimeye hasret, aklımın bir köşesinde bekliyorlardı, içlerindeki sonsuz hırlayan çaresizlik ve karamsarlıkla birlikte. Yıllar yılı bitmeyen bir mücadele. Bunlardır aslında baş ağrısının nedeni. Kül tablasına basılan her sigaranın arkasından edilen küfürler, hep bunlaradır aslında. Duygusuzluk diye söylenir anılar ve hayaller. Ama bilmiyorlar ki nefret ve sitemle tıklım tıklım doldurulduklarını. Sadece duygu istemekle yetmiyor fakat bundan duyguların haberi yok, hepsi bu.
Sabaha doğru yağmur yağmaya başlıyor – günün yorgunluğunu üzerimizden atmak için akşama doğru sahile gittiğimizde de sağanak başlamıştı-. Ellerini hareket ettirmeye çalıştığını görüyorum. – o soğuk kış günlerinde üşüdüğü zamanlarda bana sımsıkı sarılır, ellerimizin hiç ayrılmaması için yalvaran gözlerle bana baktığını görürdüm-. Hemen yanına gidiyorum, ayıkacak gibi olduğunu fark ediyorum. –kendini kötü hissettiği zamanlarda hep yanında olmaya çalışır, can sıkıntılarını, mutsuzlukları beraber demlerdik çaydanlıkta-. Bir şeyler söylemeye çalıştığını hissedebiliyorum, kaşlarını kaldırıyor, dudaklarını oynatmaya çalıyor –kadeh kadeh içerdik, birbirimizi hiçbir zaman bırakmama adına edilen yeminleri, konuştuğumuz her sözcüğün içinde bir tutam aşk olurdu ya da ben eklerdim onu her seferinde-. Makineden gelen onun kalp sesiydi, ama neler hissettiğini gösteren bir makine değildi. Ölümün içinde kaybolan vücudu sanki her an biraz daha eriyordu.
Mevsimsiz Sohbet’ten