***
Yıpranmış bir kitaptı okuduğum.
Sendin aradığım.
Mısra mısra dolaştığım…
Enikonu düştüm yokluğuna,
Bekleyemediğim sonbaharın yağmurlarına…
Yanık bir burukluktu soluduğum.
Sendin ıradığım.
Ara sıra uğradığım…
Günaşırı düşüp durdum boşluğuna,
Üzerinden atamadığın mahmurluğuna…
***
Hissettiniz mi siz de teninize dokunan rüzgarın yabancılığını?
Üşüyüp üşümeme konusunda bizi kararsızlığa düşüreni?
Elimizden tutup hüzne ve bilhassa gerçekliğe sürükleyeni, hissettiniz mi?
Dönüşüm zamanıdır şimdi.
Dönüşlerin zamanıdır. Geriye bakışların… Unuttuğunuz ya da unuttuğunuzu sandığınız acıların aniden karşınıza çıkıp önünüzde dikilişlerinin zamanıdır.
Yağmur, tüm acılıların göz yaşlarını almak için geliyor.
Meltem, yerini yeniden karayele bırakıyor.
Yapraklar tekrar intihar ediyor.
Ekinezyaların ölüp, kasımpatıların doğma zamanı.
Banklara da oturulmaz şimdi, geceden yağmur sinmiştir üzerine.
Sahile de gidemezsin öyle her kafana estiğinde.
Boğazın direkleri de delmiştir inen sisi şimdiye.
Olur da bu sonbaharda Gülhane Parkı’na gidemezsem…
Üsküdar’da şöyle fırtınaya karşı bir çay içemezsem…
Hani olmaz ya, kuşlar da istemezlerse beni…
O zaman giderim bir ağacın altına, yaprakların intiharını izlerim.
Yağmur da yağar üzerime üzerime.
Annem her yağmur yağdığında “Gökyüzü ağlıyor.” derdi ben küçükken.
Gözyaşlarımı veririm gökyüzüne, benim yerime de ağlasın diye.
Siz ne dersiniz bilmem, ama “şiirlerin doğum günü” diyorum ben eylüle.
Açarım bir Cemal Süreyya okurum. Yetmezse Can Yücel…
En sert içkiden bile serttir bu şairler.
Her mısra bir tokat gibi çarpar kalbine.
Sarhoş olursun.
Ayılamazsın. Ayıltamazlar.
Yapraklar derdine ortak olur,
Yağmurlar şahidin…
Sonbahar kuşları sesini dört bir yana duyurur.
Sen nefesinde nefessiz kalırsın.
Çünkü ateşe körükle gitmektir yaptığın.
Alev alır bedeninin her zerresi.
Yalnızlığını haykırır kalbinin her köşesi.
Gönül yarasıdır bu, kolay geçmez.
O çukurda debelenir durursun.
Çarptığın her köşe yakar canını.
Her dokunuş kanatır.
Sönmek bilmeyen bir ateşte küle dönmeyi, kül olup bitmeyi büyük bir umutla beklersin.
Sönmezsin.
Bu da dünyanın cehennemidir işte.
İşte bu… Tam olarak bu nokta!
“Aşk” diye geçiyor sözlükte.
Bir kere daha esse rüzgâr… Esse de dökülmüş yaprakların ahenginde savrulsam.
Bir kere daha ötse kırlangıç kuşu… Ötse de balkonundaki o kırlangıç yuvasını anımsasam.
Son bir kere daha açsa hava… Açsa da gökyüzü mü daha mavi yoksa gözlerin mi, anlasam.
Bak ne demiş Cemal Süreyya:
“Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu.
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.
Eylül’dü…..”
Ben de diyorum ki şimdi sana:
Hiç gelmemiş bir sonbahardı yaşadığımız
Gözyaşlarımızın yakıcılığı bundandı
Bundandı dudaklarımın suskunluğu
Yer gök ısrarla “sen” diye inlerken,
Benim kadar sensiz,
Gelişin kadar mevsimsiz acılara göğüs geriyordum.
Ve kimsesiz bir çocuktu dünümüz.
Eylül’dü…