Bu yazım biraz düz olacak. Biraz düz, biraz engebeli. Düz dediğim her yerin sonunda bir uçurum olacak. Ben her kolay diye gittiğim yolda nasıl aşağı düştüm, nasıl çakıl taşlarıyla doldu dizlerim, dirseklerim onu görücez. Beraber. Çünkü varsayımlarla devam etmeye çalıştığım şu hayatta arkama baktıkça, oraya doğru gidesim geliyor. Her baktığımda görüyorum, geciktim hayatıma.
Yazacak bir şey bulamıyorum. Çünkü daha önce de dediğim gibi, kitap, yazı okuyup oradan buradan aldığım sözleri size manipüle etmek gibi bir acizliğe düşmek istemiyorum. “Neden yazamıyosun amk, çiçek böcek karala bir şeyler.” diye düşünenler de oluyor, şahit oluyorum. Ne diyebilirsin ki, bağlaç eki olan -ki ve -de leri iyelik eki olan -ki ve bulunma eki olan -de’den ayıramayan insanlar bunlar. Ne kadar anlatabilirsin ki? Saate bakıyorum, elimdeki sigarayı yere atıp, üstüne basıyorum. Yine kaçırmışım randevumu, geç kalmışım hayatıma.
Günlük tutmak gibi değil malesef, yazı veya şiir yazmak. Diğer yazı türlerini dışladığım sanılmasın, kendi ilgi alanımla ilgili konuşuyorum. “Hadi oturayım da yazayım” değil. Tam olarak aynı hissi hayatında ne kadar yaşamışsan, hepsini birleştirebilme sanatı. Yani sene 95, ağlayarak doğmuşum. Sene 2000, anaokuluna gideceğim diye ağlıyorum. Sene oluyor 2001, okul başlıyor diye ağlıyorum. Zaman geçiyor geliyor 2005’e. Öğretmenim dövüyor, ağlıyorum. Sene oluyor 2009, annem ağlıyor, ben ağlıyorum. Kardeş geliyor. Sene 2010, kardeşim oluyor, ben ağlıyorum. Sene geliyor çatıyor kaşlarım gibi bir Ağustus ayında, bir kadın seviyorum. O gidiyor, ben ağlıyorum. 2013 oluyor, dayanamıyorum. 9. katın balkonuna çıkmış ağlıyorum. Yine. Anıl geliyor cama vuruyor, “Tuna” diyerek, vazgeçiyorum. Düşün diyorlar, Anıl’ı kimlere bırakacaksın. Ağlıyorum. Çünkü biliyorum,benim hayatım yok artık beklediğim limanda.
Ne kadar ağladığındır bir şeyler yazmak. Ne kadar sevdiğindir. Ne kadar gördüğün ve hor görüldüğündür. Misal, her duygu, senin içinde bir kristal bardakta durur. Benimki çay bardağında. Ve her bir bardağı taşıran son damladır yazmak. İçinde kalanlar, hala oradadır. Bir gün ya o çay bardağına tavşan kanı bir çay doldururum, ya da her zamanki gibi anasona karışır duygularım, gidiverir. Ben de iç geçirir, geç kaldığım her cümleyi birleştirmeye çalışırım, işte, yazmak budur.
Bu yüzden yazacak bir şey bulamıyorum. Taşmasını bekliyorum bir şeylerin. Gördüğüm şerefsizliklerin, adiliklerin, saygısızlık ve sevgisizliklerin, merhametsizliklerin birer damla daha dolmasını bekliyorum. Ailevi ilişkilerim mi kötü gidiyor, anlatamıyorum. Saygımdan. Ne zaman ki gördüğüm saygısızlık bendeki saygıyı aşar, o zaman işte patlarım. Dağılan şarapnellerden de elbet herkese bir pay düşer. Dost kazığı mı yiyorum, alışkınım. Sineye çekiyorum. Ne zaman ki bana diyecek yüzü olmasın “Sana hakkımı helal etmiyorum.” o zaman bilin ki ben karşısına oturmuş, ağzıma gelenden verip veriştiriyorum.
Bir kadın mı sevdim, işte o zaman kötü sonu. Ne zaman O’ndan başkasını, daha çok severim bilmiyorum. Ama bir gün hesap sorduğunda, “Sevdim.” deyip kenara atamayacağımdan sevemiyorum, bana yaptığı gibi. Ve eğer bir gün cidden bir kadını O’ndan çok seversem, bana “Neden?” diye bile soramasın istediğim için. Çünkü gün doğdu, ve battı zatımda. Şahanelik senin olsun, hala bir boşluk var aramızda. O boşluğu ne silebilirsin, ne de arasını doldurabilirsin artık. Ben bizi anlattığım her kelimeyi bileşiklerden seçmiştim. Anladım, sen de ben gibiymişsin, ben kendi hayatıma, sen de bana gecikmişsin.