Gerçi umursamıyorum artık. Hep derler neyini seviyorsun diye. Doğru ya, eşyası olmayan bir evi, dört duvarı kim sever ki. Aslında hepsi bahaneydi, nehir manzarası, havası, denizi. Bunlar aldatmacanın yardımcı unsurları. Yazdığım yazılar, evet, burada çok yazı yazdım, çoğu kez kabuğuma çekildim. Bazen de hepsinden uzaklaşmak istedim. Başka şehirler, başka zamanlar, başka anılarla –buranın yerini doldurur mu?- kayboldum, kapladım zamanın öteki yüzünde. İçime sığmaz mutluluklar bırakıyorum buraya. Bir daha gelir miyim, hiç bilmiyorum. Ama özleyeceğim. Yıllar önce benden çok şey kaldı burada; mesela çocukluğum. Hayatımda en çok örnek aldığım kişinin anıları dolaşıyor mu dersin? O günden sonra hiç ‘baba’ diyemedim ona. Çünkü çocukluğumun en derin sızısıydı bu. Hep bir parça bıraktım ağzından çıkan her kelimede biraz daha döküldü hayallerim. Yıllar sonra buraya geldim, tekrar bulabildim mi dersin? Sanmıyorum. Çok zaman geçti üzerinden, başkaları çoktan başka anılar bıraktı buralara. Artık benimkine yer yok. Sadece manzarayı göreceğim burada, baktığımda gördüğüm, aklımda kalan.
Buraya tekrar gelmek, ‘belki’ dedim, neden olmasın? Tekrar yeni anılar bırakmak uğruna. Evden çıkıp buraya gelme isteğim hep bu yüzden. Peki neden, insan doğru düzgün eşyası bile olmayan bir yere neden gelmek istesin ki? Ben geldim hem de isteyerek. Dört duvar ne mi anlatır, bazen çok şey. Kışın soğuğunu hissettim. Duvarlar bile soğuğa feryat ederdi. Üşümeyen tek yer belki de parmaklarımın ucuydu, bu şekilde ısınmaya çalışırdım. Müziği kıstığımda duyduğum denizin sesi, boğucu bir uğultu, ışığa hasret oda, hep gece lambası açık oturdum. Birkaç saat sonra güneş doğacak her şey yeniden başlayacaktı, senin için de öyle mi?
Mevsimsiz Sohbet’ten
https://twitter.com/arpaslanbudak