Japonlar der ki, “İnsanın üç yüzü vardır. Birinci yüzü dünyaya gösterirsin. İkinci yüzünü ailene ve arkadaşlarına gösterirsin. Üçüncü yüzünü kimseye göstermezsin.”
İşte ben de bununla birazcık oynuyorum; çünkü dünyaya gösterdiğimiz yüz denince insanın aklına aslında gerçekte olandan biraz farklı ve kısıtlı bir kare canlanıyor. Hani böyle sanki çok ciddi bir toplantı atmosferi varmış da maske gibi bir gülümsemeyle ceket kravat oturuyormuşuz gibi. Ya da büfeciyle doların artışıyla ilgili birkaç cümle etmemiz gibi bir durum. Yani daha çok zorunluluk temelli şeyler. Boyumuzu aşacak derinlikte olmayan durumlar… Bu noktada, hayattaki benzer klasmanda yer alan her türlü resmi ve yarı resmi etkileşimimiz için 4. bir yüz ortaya çıkıyor aslında. Ki bu da yakın çevremize gösterdiğimiz yüzün sahne makyajı yapılmış hali aslında. Biraz dikkatli bakan keskin gözler bizi çok rahat arkadaşlarımızla demlenirken, bowling oynarken, mangalda domates közlerken falan doğru şekilde, doğal makyajımızla hayal edebilir, üniformasız* hayatımızda nasıl olabileceğimizi ön görebilirler.
Benim “dünyaya gösterdiğimiz yüz” tanımında yer aldığını düşündüğüm kısım ise, Sosyal habitatımızda yer almayan, dolayısıyla Ayşe’den “Ya geçen gün şunu bunu yapmışsın. Mahmut senin için rezalet bir insan dedi.” cümlesini duyma ihtimalimizin olmadığı zeminlerde karşılaştığımız insanlara yaklaşım ve davranışlarımızla ortaya çıkan çehremiz. İşte tam da burada aslında sahip olduğumuz ama pek kimseye göstermediğimiz o yüz ile, dünyanın gördüğü birbiriyle örtüşüyor.
İnsanların birbiriyle olan ilişkileri, diğer özneyi yeniden ve periyodik olarak görecek olma ya da hayatının sonuna kadar hiç görmeyecek olmak üzere iki ana ihtimal etrafında şekillenir. Ve dolayısıyla, karşılaştığımız rastgele birine, o anki spesifik ruh halimize bağlı olarak ve sahip olduğumuz karakter özellikleri doğrultusunda daha teklifsiz, saldırgan ya da inceliksiz davranabiliriz. Bir insanı bir daha görmeyecek olma önbilgisi, bizi olası sosyal yüzleşmelerden ve kişilerarası sorumluluklardan bir ölçüde muaf tutar. Yanlış anlaşılmaktan korkmayız ve hatta nasıl anlaşıldığımızı pek umursamayız da. Market kuyruğunda ağız dalaşına girdiğimiz adamın ertesi gün göreceğimiz yeni iş arkadaşımız olduğunu önceden bilsek mesela muhtemelen büzer ağzımızı otururduk, ama işte bir daha nerede göreceğiz ya hani! Çünkü bir daha karşılaşmayacağımızı düşündüğümüz bir kişi ile bulunduğumuz iyi ya da kötü etkileşimler, ortada suç unsuru içeren falan istisnai bir durum yoksa büyük ihtimalle orada kalır. Sosyal çevremizin büyük gözlerini üzerimizde hissetmeyiz. Bu sebeptendir ki, aynı şartlar altında kuzenimizin tanıdığı olduğunu bildiğimiz birine farklı davranırız, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ya daha farklı. Arada ortak tanıdıkların olduğu, yaşam alanımıza göreceli olarak yakın duran kişilerle iletişim kurarken, aklımızın bir köşesinde bunun bir de geri bildirimi olabileceğini biliriz. Denetlendiğimiz ve yargılandığımız fikri; daha mikro bir düzleme uyarlarsak, x olayımızın ya da y kişisine olan davranışımızın sürekli olarak görüştüğümüz insanların kulağına gidecek olması fikri çok güçlü bir kontrol mekanizmasıdır. Ve zaten davranışlarımızı belirleyen, orasından burasından çekiştirip üstünü başını düzelten de başlı başına bu geri bildirim ihtimalidir. Birilerinin habitatımızda olan kişilere bizim hakkımızda yorum yapacağını düşünmek karakterimizin dikenli, sevimsiz taraflarına set çeker ve davranışlarımızı düzenler.
Ancak söz konusu tamamen yabancı biri olduğunda her hangi bir feed-back ihtimali yok denecek kadar azdır, bu yüzden sosyal rutinimizde ve ezberimizde var olan davranış kodlarına her zaman sıkı sıkıya bağlı kalmayabiliriz. Daha özgürüzdür. Her zaman filtre kullanma ihtiyacı hissetmeyiz. O an sinirliysek minibüs şoförüne patlayabilir, diyalogun akışına göre çirkefleşebiliriz ama hoşlandığımız kişinin bizle aynı minibüste olduğunu fark ettiğimiz an başımızdan aşağı kaynar sular dökülür; çünkü onun bu gürül gürül agresif anlarımıza tanık olması tercihimiz değildir.
Hani sarkastik bir söz vardır ya : “Sabır, etrafta çok fazla tanık varken sahip olduğun şeydir.” diye… Hah, karakterimiz de etrafımızdaki kişiler göre ve bulunduğumuz bağlam içerisinde sahip olduğumuz şeydir işte.
Sosyal çevremizin bize dair edinebileceği negatif bir düşünce, insanların gözünde sahip olmak istediğimiz kimliği zedeler. Yine aynı şekilde, sosyal çevremizin haberdar olma ihtimali olan bizimle ilgili her durum ve olay bize hayallerimizi süsleyen ideal kimliği ortaya koyma şansı verir. İnsanların bizde var olduğunu düşünmesini istediğimiz özellikler üzerinden sosyal kimliğimizi yeniden ve yeniden yaratırız. İmaj tazeleriz. Her etkileşimde gerçekleşen şey budur. Bu da sahip olduğumuz en gerçek yüz değildir aslında. Gösterdiğimiz Superman ise sahip olduğumuz Clark Kent’tir gibi uç bir şey söylemeye çalışmıyorum tabi ki. Demek istediğim daha çok, gerekli zaman ve yerde kendi üst sürümümüzü devreye sokmak gibi bir şey. Sahip olduğumuzun üzerine ekleyerek ya da problemli kısımları budayarak en çok kabul göreceğini düşündüğümüz imajları yaratırız. Ki bunu her zaman bilinçli bile yapmayız.
Bir flört-Arkadaşlık(!) uygulaması olan Tinder’ı çoğunuz biliyorsunuzdur. Hah işte bu uygulamada her dişinin onları kafalayarak 3 vakte kadar nikah kıydırmaya çalıştığı düşüncesiyle Monaco Prensi edalarında ortalıkta gezen bazı arkadaşlar vardır. Ve onlarla eşleşip konuşmaya başlarsanız genelde isteklerinin asla bu yönde olmadığını özellikle belirtirler. “Yalnız ben ilişki aşk evlilik falan ciddi şeyler aramıyorum cnmss ya. Böyle şeyler beni çok yordu. Sadece takılmak istiyorum anlarsın ya!” diye erkenden bir manifesto vererek kendilerini ifade ederler. Buraya kadar “Ee yani? Kentli milenyum erkeklerine giydirmek için fırsat mı kolluyorsun?” diyebilirsiniz.
Demek istediğim, bu konuşmayı Tinder’da yapan X kişisi, Ali, Veli, Emre, adını siz koyun, dışarıda bir yerde kendi arkadaş grubu içerisinde eğleniyor olsun. Ek olarak bir de o gece arkadaşlarından birinin beraberinde getirdiği ve daha önce görmediği, eli ayağı, genel havası az çok hoşuna giden, biriyle tanışmış olsun. Sohbete başlasın. Asıl gönlünde yatan Tinder’da verdiği demeç olsa bile, acaba o kişiye de aynı şeyleri aynı şekilde söyleyecek midir? Hiç sanmıyorum. Çünkü o platformda tanıştığı kişi ile böyle bir başlangıç yaparsa eğer, bunun kendisi için nahoş geri dönüşleri olacaktır muhtemelen. Kız gidecek ortak arkadaşları olan kişiye bana böyle böyle dedi diyecek, ve sorunsal alıp başını gidecektir. “Ya sen ne abaza adamsın, yahu sen ne öküz ne kaba bir adamsın. Hiç dan diye böyle bir şey söylenir mi!” bilimum negatif yorum cümleleri gelecektir. Seçenekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla X kişisi de daha az densiz cümleler kuracak ve tastamam aynı kişiyle o gün orada değil de telefon ekranının ardından, uygulamada tanışmış olsa kuracağı cümleleri kurmayacaktır. İşte bu noktada zurna zırt diyor. Çünkü Tinder örneğini verirken sadece “selam naber, benim ilişkiye alerjim var baştan söyleyeyim.” ile sınırlı kalan cılız bir yazışmadan söz etmiyorum tabi ki. Çünkü eğer kafalar biraz uyuşuyorsa ve karşı tarafın seri katil olmadığına ikna olunduysa, bu yazışmalar buluşmayla sonuçlanıyor. Yani iki taraf da birbirini kanlı canlı görüyor ve birbiri hakkında en azından iki cümle edecek bir fikre sahip olmuş oluyor. Ve ancak o kişiyi bizzat görmüş olmak ya da görecek olma olasılığı tavırlarımızdaki salaşlığı ve o en baştaki “Aman bir daha nerede çıkacak karşıma ben istemezsem.” psikolojisini değiştirmiyor. İşler yolunda gitmezse o insan sosyal yaşamımızın bir parçası olmadığından ve arada hatırı sayılır ortak tanıdıklarımız olmadığı için kendimizi ille de ispat etme, yüzüne bakılır bir imaj çizme tasasında olmuyoruz. Biraz daha öze inersek, Tinder burada zorunlu/olası ortak sosyal ortamın varlığı gibi önemli görünmez yaptırımların bulunmadığı, prangalarımızın azaldığı mecralardaki davranış senaryolarımıza dair somut bir metafor teşkil ediyor. “Yakınlarımızın” davranış repertuarımızda görmeye alışık olmadığı şeyleri böyle noktalarda yapabiliyoruz. Nasılsak öyle geliyoruz. Bırakıyoruz dağınık kalıyor.
Birde madalyonun daha sevimli bir yüzü var tabi.
Hani bazı zamanlar vardır ya, içimizi kemiren bir konuyu ailemize ya da yakın bir arkadaşımıza anlatmaktansa, neredeyse bize tamamen yabancı biriyle konuşmayı tercih ederiz. Hatta hemen hepimizin aşina olduğu bir mottodur bu: “Yabancı biriyle konuşmak, tarafsız birine anlatmak iyi geldi.” Çünkü o kısmen yabancı kişiyle neyi nasıl istiyorsak o biçim konuşabiliriz. Önceki tecrübelerimiz ve konu ile ilgili örüntüleri bilmediği için, geçmişe referans vererek mantıksal açıklamalar yapma ve kendimizi aklama gereğini duymayız ve yorulmayız. Bizi ısıran neyse, dilimizin altındaki bakla neyse çıkarır anlatırız. Çünkü o noktada ihtiyacımız olan sadece pür bir paylaşımdır. Karşı tarafın nasıl algılayacağı düşüncesinden çok kafamızdan geçenleri bizi en az zorlayacak şekilde dışa aktarma ihtiyacıdır. Ve biraz ironiktir ki genelde böyle sohbetlerde yalan söylemeyiz, detayları eğip bükmeyiz. Çünkü yüzlerimizin hikmetinden sual olunmaz.