Derin bir nefes aldım. Birden üçe kadar saydım. Kapadım gözlerimi şehrimin bütün sahtekar insanlarına. Onun yerine olmak istediğim yeri olmak istediğim kişiyle dolaştığımı düşündüm. Nefesimi verdim ve daha derin bir nefes aldım. Düşündüğüm yerin kokusu burnumdaydı, dibimde. Ama gözümü açtığımda gideceğini biliyordum. Yeşil kokuyordu. Yemyeşil kokuyordu. Yürüdüğümü hayal ettim. Sonra mavi koktu. Denizi hissettim. Onu hissettim. Bazı günler gözünün önünde olduğum halde onu ilk defa bu denli gerçek hissettim. Bir kayalığa yürüdük. Hür bir kayalığa. Diğerlerinden kendini soyutlamış tam da kumsal ile denizi bölen bir kayalık… İlk önce o çıktı. Kayanın keskin ve sivri uçları elini acıtmıştı, kanatmıştı. Bizim için zirve olan tepeye çıktı. Elini uzattı ve beni yukarı çekti. Elimde bir kırmızılık vardı, onun kırmızılığı… Sıkıca tuttum ve sonra tutmadığı elimi üstüne koydum. Kana kandı. İkimiz de bu yolu yaralanmadan ya da hasar görmeden bitiremeyeceğimizi zaten en başından biliyorduk. Kimyayı hissetti, yüzüme baktı. Sonra etraf gri koktu. Esen rüzgar kısacık saçımı önüme getirmişti. Saçımı arkaya attı, saçım kan oldu. Tuttum elimi öptüm. ”Öpünce geçer ya.” dedim. Güldü, tüm samimiyetiyle, bilmediğim o çocukluğundaki haylazlığı gördüm. Ben de güldüm. Oturduk kayanın okyanusa bakan kısmına. ”Tam da olmak istediğim yerdeyim.” dedi. İstediği yer değildi, istediği duyguydu. Kalabalık ve riyakarlığın olmadığı bir yerde olmanın duygusuydu tattığımız.
Gözlerimi açtım, gerçekliğin acısıyla ilk defa olmayacak bir şekilde selamlaştım. Kahvemi yudumladım, sigaramı içtim. Sonra,hop, tekrar kapadım.
Kalabalık vardı. Bütün kasabayı, ah hayır, neredeyse bütün şehri aydınlatacak spot lambaları vardı. Etrafta mutluluktan koşuşturan çocuklar, peşlerinden gidip takip eden ebeveynler, son demlerini mutlulukla atacak olan yaşlı çiftler ve biz. Kalabalığı yararak, benden hızlıca uzaklaşarak yüzündeki gülümsemeyle platforma çıktı. Bomboş bir sahnede, sadece bir mikrofon, bir mikrofon ayaklığı ve o vardı. Beni gösterir şekilde ”Yaklaş!” işareti yaptı. Heyecanlandığımda yaptığım saçımı kulağımın arkasına atma hareketimi yaptım ve gülümsedim. Hiç bu kadar büyük gülümsediğimi bilmiyordum. Platformun önüne geçtim. Tam da onun önüne. Gözünü benden hiç ayırmıyordu, kırpmak haricinde. Gülümsediğinde çıkan nefesi mikrofondan ses çıkmasına sebep oldu ve bütün ilgi odağı biz olmuştuk. Sonra kendinden emin bir şekilde o şiiri okudu, en sevdiğim şiiri. Elini uzattı ve beni platforma çekti. Dudaklar buluşmuştu. Bir veda busesi gibiydi.
Sonra gözlerimi açtım. Acımasızca kendime geldim. Etrafıma baktım. Ne kayalık kalmıştı, ne okyanus, ne panayır ve ne de o. Karşımda sadece benim oturduğum o ev hissiyatını vermeyen boş salonuma bakındım. İnsan acıtacağını bile bile gözlerini açıp gerçekleri görmeli ya. Hayal etmekten kaçmamalı ama kendini kaptırmamalı da. Gözüm kapalıyken o tüylerimi ürpertecek derecede olan duygular şerit gibi gözümün önünden geçerken birer damla yaş düştü gözümden. İkisi aynı anda kolay kolay düşmezdi, ancak gerçekten üzüldüğümde… Neye mi üzülmüştüm?
Çünkü hayal etmekten kaçınmamıştım ama kendimi çoktan kaptırmıştım.