Yazarlarla konuşmayı seviyorum. Yazarın kaleminin ucunu incelttiği yerleri anlamak için kitapların orasını burasını kurcalamayı. Uzun uzun yazarın resmine bakmayı, hayal kurmayı. Niye o hikayenin içinde gezindiğimi de çok iyi bildiğim halde. Halikarnas Balıkçısı’nı ne zaman elime alsam İzmir’de evinin olduğu ve adımlarımla karış karış bildiğim Hatay Caddesi aklıma geliyor. Balıkçı ya…Cadde üstünde bir ev var. Bir apartman dairesi. Caddeye bakan ve bütün gürültüyü duyan. Onun evidir diye hayal kurduğum uzun süredir kullanılmayan. Penceresinde perde yerine battaniye asılı duran. Yaz, Kış ağlarını; içinden sütünü çıkardıktan sonra süngerlerini, üşüyünce Ay ışığında nöbet beklediği kayıkta bedenini battaniye ile örter ya balıkçı, o yüzden. Başımı kaldırınca gördüğüm bir pencere. Sanki hâlâ orada yaşıyor gibi balıkçı. Hayal bu ya…Tıpkı kendisinin romanlarında anlattığı balıkçıların hayallerini süsleyen deniz kızı efsaneleri gibi. Efsane her biri sevdası ile evlenince gerçeğe dönüyor bazen. Bazen de Halikarnas Balıkçısı mumla bezediği kağıdın üstüne döktüğü siyah mürekkebi, sivri bir kalemle ayrıştırıp resmedince efsane gerçek oluyor. Benim hayallerim onun bir kitabını elime aldığımda ya da Bodrum’u, yüzgeçlerinden nazar boncuğu sarkan seramikten renkli bir balık motifi ile duvarıma astığımda gerçeğe dönüyor. Ya da beyaz Bodrum boncuğunun hatrında.
Halikarnas Balıkçısı 125 olmuş. Okur için gerçek adıyla onu çağırmayacak kadar hür ve asice denize yaren olmuş biri; Cevat Şakir KABAAĞAÇLI. 125 yıldır yaşıyor demek ki. Bir söz adamı daha bize gösteriyor ki; KALEMLİLER ÖLÜMSÜZDÜR.
Halikarnas Balıkçısı denilince: Ege kıyılarının iki yanı aklıma geliyor. Girit doğumlu olan Kabaağaçlı iki yanın insanlarını da, kıyılarını da, topraklarını da iyi biliyor. Önce bir tarafta beraber yaşayan; sonra aralarına uçsuz bucaksız denizin ve belki tahammülsüzlüğün pek tabii anlaşmazlığının girerek ayırdığı, yeryüzünün onlara, onların da birbirlerine emanet edildiği insanları iyi tanıyor. Aynı gökyüzünü paylaşabilen insanların, aynı toprağı paylaşamayarak çektiklerini. Sonra akla gelen; Balıkçılar,denize adanmış hayatlar ve Sünger Avcıları. Ege ve Akdeniz kıyıları. Dünya’da süngerin en çeşitli ve kaliteli süngerlerinin olduğu kıyılar. En azından Balıkçı’ nın hikaye ve romanlarını yazdığı yıllarda sünger bu kıyılarda çok değerli ve verimli. O zamanlar medikal malzeme olarak kullanıldığı için yurt dışından talep edilmekte sünger. Yıllar içinde süngerin yanlış avlanmasından dolayı da pek çok türün yok olduğu belirtiliyor. Kabaağaçlı sık sık dile getiriyor yanlış avlanma ve rant kavgalarını. O’nu okurken mutlaka deniz seferlerine çıkmış, sünger için dalmış, köpek balığı hikayelerini tecrübe etmiş olmalı diye aklımdan geçirirken, onun hakkında okuduklarımdan gerçekten dönem dönem balıkçı hayatı yaşadığını öğreniyorum.Seferlere balıkçılar ve sünger avcıları ile birlikte çıkışı, seferlerde doyması için denize atılan ekmeklere katık oluyor yaşadıkları. Pek bilinmese de yazdığı bir yazıdan ötürü Kabaağaçlı aslen sürgün için gönderildiği, daha sonra orada oldukça keyif alarak hayatını sürdürdüğü için İstanbul’ a nakledilen deniz yaşamında; sürgün kısmında başlayarak, deniz insanları için verdiği mücadelenin yanında Bodrum’ a özellikle Bitez’ e diktiği ağaçlar ve ektiği tohumlarla yeni bir çehre oluşmasında büyük emeği olduğu gerçeği.
Özgürdür Halikarnas Baçlıkçısı. Bir gün çizgisiz kağıda yazdığı yazının aşağı doğru kaydığını gören bir dostu ona, çizgili kağıt getirtmeyi ve onun üstünde yazmasının teklif eder. Kendisi bu duruma şiddetle karşı çıkarak başkasının çizdiği çizgi üzerinde yazmayı red eder. Özgürlüğüne dokunur. Hayatında da başka çizgiler üzerinde yaşamak. Kendisinden bir konuşma yapması ve konuşma için takım elbise giymesi istenir. “Konuşmayı ben mi yoksa takım elbise mi yapacak anlamadığım için getirdim bu takım elbiseyi” dediği elbise bir yardımcı tarafından bedeninin önünde tutulur ve kendisi konuşmasını bir elbisenin arkasında yapar.
Denizde, deniz ve denizci ile yaşadığı yıllar içinde “Nedendir?” diye sorulan deniz için “Sudan” olmuş, adanmış hayatların yaşadığı acıları ve sıkıntıları bazen resmi yollarla bazen sadece kaleminin ucunda ömrü boyunca dile getirir. Suyun içinden çıkarttıklarını; karınlarını doyurmak için toprağın içinden çıkanlarla değiştirmek için can verenlerin, bazen resmi işlemlerin zorlukları yüzünden gömülecek bir kara parçası olmadan suya bırakılması acıtır canını. “Cesede kimse acımsar olmadı” der. Denize gömülecek denizciye dibe çöksün diye demir bağlamak, demir yoksa taş bağlamak fakir balıkçının ölü bedenine, yakar canını kendi ifadesinde. Deniz insanı işte; bazen köy ikindi uykusundayken yola düşmek, bazen son parasını bölüştürmek, bazen kefeni olmayan zavallıya kayığın yelkenini kefen yapmak düşer kısmetine.
Aynı zamanda şair olan Balıkçı hakkında Nazım Hikmet:
“Şakir büyük şairdir. Hiçbirimiz onun ayarında, klasik manasıyla, lirik anlayışla şair olmadık.Fakat oğlanda bu büyük şairlik öyle azıtır ki; bazen şairane olur ” der.
Yokuş başına geldiğinde
Bodrum’u göreceksin
sanma ki sen
geldiğin gibi gideceksin.
Öyledir ya gerçekten Bodrum; bir yokuş başında karşılar bizi. Yokuş sonunda da; gece karanlığında, fırından çıkan sıcacık ekmek içinde eriyen tereyağı kokusunda. Her okuduğumda Halikarnas Balıkçısı’nı o yıllardan bu yıllara dönüşümünü ve bundan sonraki yıllara örülüşünü düşünürüm hep bir mahsunlukla…Balıkçı ağlarını gördüğümde de, balıkçıları ve balığın sevdasını. Onun için severim yıllardır Halikarnas Balıkçısı’ nı. Kendi kendime sorarım:
Ekmeği yakamozsa balıkçının,
Ederi nedir balığın sevdasının?
Bazen de selam verdikten sonra bir balıkçıya kendi kendime fısıldarım:
Balıkçı dedi ki bana;
Biz güneşin batışı ile aç kalır,
Doğuşu ile doyarız.
VE HALİKARNAS BALIKÇISI’NDAN ALDIĞIM NOTLAR:
-Akdeniz en kara gecede bile aydınlıktır. Karadeniz hep kara.
-Balıkçıya sevdiğinden haber getiren akşam yıldızı çırpına çırpına parlar.
-Uzaklara sefere giden balıkçı geride kalana mektup yazarsa, geride kalan okuma bilmeyip başkasına okutacak diye mektuba aşkını yazamaz, yaşadıklarını, hissettiklerini.
-Dünya’da gürültülü patırtılı, gidişli gelişli, Paris varmış, New York ve Londra varmış. Köpek havlaması, horoz ötmesinden başka ses sedası olmayan Anadolu’nun fukara Çökertme Köyü’nün kumsal mezarlığı varmış.
-Balıkçının ölürken açık kalan gözleri bile deniz tarafa bakar.
-Ne mutludur kuşlar. Kanatları vardır uçarlar. Oysa insanoğlu ayakları ile mıhlıdır toprağa.
-Denize ilk sefere çıkan kusarsa, tam denizci olmuştur. Karadan kalma safrasını boşaltmış olur.
-Denizin dibinden seslenir ölmek üzere olan avcı. Mavi baloncuklarla. Allahaısmarladık. Kimsenin duymayacağını bile bile.
-Deniz Halkı’nın bahtı, Kara Halkı’nın ki kadar kara değildir.
O zaman deniz ve deniz insanı ile birlikte; AGANTA BURİNA BURİNATA (Haydi Sefere).