Sertab’ın dediği gibi, “Her şey ne kadar hızlı, Her şey ne çok, oturup ince şeyler düşünmek için vakit yok”… Rastgele açtığım bir radyo kanalından akan bu sözler ne kadar da işledi içime. Derler ya, yerini buldu. Öyle ki, bir anda kayboldum. Zihnim bulanmaya başladı. Sürücü koltuğundaki varlığımı unutmuş, öndeki aracın plakasına dalıvermiştim. Sanki beyaz üzerine serpiştirilmiş siyah kargacık-burgacık semboller çok da ehemmiyetliydi. Sanki başkası kullanıyordu, ben co-pilotluk yapıyordum. Ama başkası yoktu, hiç olmadığı kadar yalnızdım. On dakikada bir sarsılıp kendime geliyor, aldığım mesafeleri hayretle inceliyordum. Son zamanlarda programlanmış beynimin kendiliğinden yaptıkları o kadar kalabalıktı ki…Kendime “an”ı hatırlatacak bir şeyler sormaya çekiniyorum. Oysa sorularım ne çoktu, kafasına kafasına vurup, susturduğum. Tam şu an nerde olmak istiyordum, ne yapmak istiyordum, ruhum en son ne zaman beslenmişti? Bir anda vücudum, beynim ve ruhum eş anlı olarak alarm vermeye başlamıştı! Tehlikeli sularda dolaşıyordum. Güvenli limanlar artık çıplak gözle seçilemiyordu. Beynim kumandan edasıyla, “her şey yolunda, sakin oluna!” diye hiddetli telkinlerde bulunuyor, vücudum yağan emirlerin tesiri altında dikleşiyor, dikkat kesiliyordu. Oynanan oyundan rahatsız ruhum, “heeyt!” diye bağırarak sahnenin ortasına dalıyor, zavallı vücut sondan gelen nağralara boyun eğip, bu kez gözlerini kapatıyordu.
Gözler kapanınca, mekân ayaklarımın altında kayıvermişti. Gözlerimi cennette açmıştım bu kez. İçimde bir tutam nedensiz neşe, eli bol birinin bahşettiği çokça huzur ve sıhhat… Öksürük tutar ya insanı, küçük küçük çıkartarak, etrafı rahatsız etmekten imtina edersiniz… İşte öyle tuhaf bir kahkaha tutuyor beni… Kahkaha dışarı vermeye başlıyorum ağır ağır. Sonsuz bir kahkaha… Etrafım ebruli. Ama ben gidip illaki beyaza tutunuyorum. Nasıl olsa beyaz, deliliğin rengi. Aklım başımda olsa bu kadar hafif hissedebilir miyim? Dünyaya sığamayan ben, kimbilir kaç metre yükselmiştim de buraya gelmiştim. Burası her neresi ise. Bazen benim ölmeyi istediğim anlar olur. Hazzın doruğundaki anlar. Bilirim ki, ibrenin mecburi yönü aşağıdır artık. Kanca atmak isterim o ana. Dursun isterim, içine karışmak isterim zamanın. Bitirmek isterim kargaşayı. Nefes almaktan bile çekinirim. Ruh ziyafetinin içine ölmek isterim. Ölmeden muhafaza edilir mi bu an? Renksiz ve dar yürekli insanların arasındayken de böyle hissetmenin bir yolu var mıdır? Kendi cennetini dünyaya taşımak, darlanınca çat kapı uğramak, arınmak ve yeniden doğmak mümkün müdür? Dünyevi-uhrevi geçişkenliğin yüksek olduğu bir form var mıdır şu dünyada?