2014 yılının son ayları. Okul yeni açılmış. Evlerimizden ayrılıp yurda doluşmuşuz hepimiz. Ben yine ilk gelişimdeki kırmızı bavulumlayım. Yine o ilk zamanlar ki burukluk tabi. Gerçi zamanla azaldığı inkar edilemez. Artık anneyi babayı özleyip üzülmek değilde şu yollar, bitmeyen okullar bitiriyor bizi. Her fırsatta dışarıdayız bir kere. Küçüğüz zaten. Yani ‘Büyüdüm artık anne.’ler elbette ki var ama küçücük çocuklarız işte. Kaç yaşında olursa olsun bir çocuğu ne kadar oynatabilirsin ki aynı bahçede?
Bizde aynen öyleyiz o zamanlar. Sınav yok der çıkarız, canım sıkıldı der çıkarız. Geç saatlere kadar gezeriz. Geç saat dediğim de gece yarısı değil yani, akşam ezanından sonra işte. Yani evde olsan en az yarım saat de fırça yiyeceğin bir zaman. Yine öyle saatlerden birinde şehrin merkezindeyiz. Bir yandan ‘Otobüse yetişsek bari.’ diye hızlanıyoruz bir yandan da her adım başı durup bir şeye gülüyoruz. Kimsenin kimseyi uyardığı da yok. Herkes ‘Ne kadar geç giderim o yurda.’düşüncesinde. Biz tüm uyuşukluğumuzla kendimizi köprüye zor attık ki arkadaşım durdu. Hava kararmış, her yer ışıklandırılmış. Tam karşımızda büyükçe bir cami, nasıl parlıyor. ‘Baksana’ dedi ‘Ne kadar güzel bir yerdeyiz.’ Sonra kendini kendini üzmeye başladı, huyudur yapar bunu. ‘Ama evimizde değiliz. Evimizde olabilirdik. Neden geldik ki bu okula…’ Böylesine uzattı listeyi. Bende dinledim.
Ama o gün o cami gerçekten çok güzeldi. Zaten bir daha da öyle güzel gelmedi. Ya da ben mi mutluydum o gün? Çünkü hatırlıyorum. ‘Evimizde olabilirdik.’ cümlesi dahi üzmemişti beni. Ve o gün ona da söylemiştim. Bizim her yerde evimiz vardı. Ben şimdi kalkıp doğuya da gitsem batıya da, o yurtta beraber büyüdüğüm insanlar bekleyecek beni. Kışın parmaklarım donarak kartopu oynadığım insanlar… Bugün çıkıp gitsem biliyorum ki benim o evlerde bir çift eldivenim var.