Müttefik askerleri dört bir taraftan Berlin’e giriyor, Amerikan uçakları şehri bombalamaya aralıksız devam ediyordu. Bir taraftan Sovyet tankları ara sokaklardaki cılız Alman direnişini ezerek ilerleyişini sürdürüyordu. Tüm bunlar olurken 3. Reich’ın mimarı bir yeraltı sığınağı olan Führerbunker’de kendisine sadık adamlarıyla birlikteydi.
Goebbels arkasında iki subayın taşıdığı uzun bir çuvalla birlikte karargaha girdi. Subaylar boş koridor boyunca bir süre ellerindeki çuvalın ağırlığından yalpalayarak yürüdükten sonra Goebbels’in arkasından bir odaya girdiler. Goebbels koltuğu işaret etti kayıtsız bir tavırla. Subaylar ağır çuvalı koltuğa devirdiler. Goebbels saatini kontrol etti.
“Tam 15:42’de.”
İki subay başlarını sallayarak Goebbels’i onayladı. Goebbels odadan çıkarken subaylardan biri içeride çuvalın yanında diğeri odanın önünde nöbet tutmaya başladı.
Hitler çatal ve bıçağını tabağının üzerine bıraktı. Seyrelmiş saçlarını her zamanki gibi sağ tarafa doğru taramıştı. Alman halkına yıllarca ilham veren mavi gözleri solmuştu.
Onun bu hareketini gören Eva Braun ağzına götürdüğü şarap kadehini yerine koydu.
“Eva” dedi hırıltılı bir sesle Hitler. “Son bir görev için gitmem gerekiyor.”
“Führerim, izin verin ben de sizinle birlikte geleyim!”
Hitler ellerini masanın üzerinde kavuşturarak bakışlarını yere çevirdi.
“Bu benim tek başıma yapmam gereken bir şey Eva, senden bunu anlamanı bekliyorum.”
“Ama Führerim! Siz olmadan ben ne yaparım?”
Hitler bez peçeteyle dudaklarını sildikten sonra ayağa kalktı.
“Hayallerimiz!” dedi. “Hepsi bir yalandan ibaretmiş!”
Eva Braun ellerini çenesinde buluşturdu. “Führerim, yalvarırım böyle konuşmayın!”
Hitler başını sallayarak “Öyle” dedi, “Öyle.” Eva Braun’un yanına gelerek onu omuzlarından yakaladı.
“Eva beni dinle” dedikten sonra ufak bir öksürük krizine kapıldı. Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmasına devam etti: “Ne olursa olsun işgalcilerin eline geçmemen gerekiyor.”
Eva Braun ellerini yavaşça yukarıya götürerek Hitler’in omuzlarına dokunan ellerini sardı. Gözünden bir kaç damla yaş boşandı.
“Beni anlıyorsun değil mi Eva?”
Eva Braun kafasını sallarken gözünden akan yaşları silmeye çalıştı. Führer’in onu bu şekilde görmesini istemiyordu.
“Keşke bunlar hiç yaşanmasaydı” dedi Hitler. “Ama ne çare!”
Eğilerek Eva Braun’un ıslak yanağına bir öpücük kondurdu. “Goebbels sana yardımcı olacak.”
Dönüp kapıya doğru yürüdü. “Führerim!” diye bağırdı Eva Braun arkasından hıçkırıklara boğularak. “Bizi bırakmayın!”
Hitler titremekte olan sol elini beline attı, arkasını dönüp çıktı. Karargahta tam bir ölüm sessizliği hakimdi. Hitler’in geçtiği hollerde oturanlar onu görünce büyük bir saygıyla ayağa kalkarak selam duruyorlardı:
“Heil Hitler!”
Herkes gizliden ya da açıktan Almanya ve Hitler için dualar ediyordu. Birçoğu duadan fazlasına ihtiyaçları olduğunun bilincindeydi. Fakat Reich’ın en fanatik savunucusu Joseph Goebbels çevresindeki partilileri teskin etmekten vazgeçmiyordu. Birinin gözünde değil bir yaş, bir parça umutsuzluk fark ederse onu herkesin içinde azarlıyor ve meşhur söylevlerine başlıyordu.
“Soruyorum sizlere! Führerimiz yenilmezliğini Varşova’da, Prag’da, Paris’te ve İskandinavya’da ispat etmedi mi!”
Herkes başıyla Goebbels’i onaylarken kimse Sovyetleri işgal planı olan Barbarossa’nın başarısızlığından bahsetme cesaretini bulamıyordu. Üstelik müttefik kuvvetler Berlin’i kuşatmışken bundan bahsetmek abes kaçabilirdi. Yine de Goebbels bu hisleri fark ediyor ve görünmez sorulara bir bir cevaplarını sıralıyordu.
“Göreceksiniz ki Führer yeniden dirilerek Almanya’nın evlatlarından oluşan yenilmez Wehrmacht’ın başında nice zaferlere imza atacak! Rusları ve Amerikalıları geldikleri cehenneme geri göndermekle kalmayacak, onların kokuşmuş, beynelmilel yahudi iktidarlarını tarihe gömecek!”
Kimi parti yöneticileri Goebbels’in söylevleriyle, kendisini Almanya’nın o eski, şaşalı günlerinde bularak avunuyor, kimisi de Goebbels’in iyice aklını kaçırdığını düşünüyordu. Ama en başından beri Hitler’in en büyük fanatiği olan, Nazilerin unutulmaz propaganda bakanı bir an bile umutsuzluğa kapılmıyordu. Onun hakkında herkes, her şeyi söyleyebilir, fakat Führer’e ve Almanya’ya olan bağlılığından kimse şüphe dahi duyamazdı.
Hitler arkasındaki yaveriyle birlikte sığınağın dar koridorlarından geçerek makam odasına geldi. Burada kapının önünde bir subay dikiliyordu. Hitler’i görünce hazır ola geçip sağ elini ona doğru kaldırdı.
“Heil Hitler!”
Yarım bir selamla karşılık alan subay, demir kapıyı ardına kadar açtı.
Kapı ardından kapandıktan sonra Hitler odanın içinde volta atmaya başladı. Dirseklerini deri koltuğuna yasladı, masanın üzerindeki Alman kartalına baktı. Sonra arkasındaki büyük Avrupa haritasına döndü. Bu haritada bir kaç gün öncesine dair Wehrmacht’ın konuşlandığı noktalar ve müttefik taarruzları işaretlenmişti. Hitler müttefiklerin Alman kuvvetlerini bir bir çembere alarak yok ettiğini öğrenince adeta sinir krizi geçirmiş herkesi odasından kovmuştu. Ona göre Almanya bu hale düştüyse bunu kendisi hak etmişti!
Demir kapı vurulunca düşüncelerinden sıyrıldı. Yavaş hareketlerle koltuğuna oturdu. Gelen Goebbels’di. Onun biricik propaganda bakanı. Goebbels koltuğunun altına bir takım elbise sıkıştırmış, diğer elinde ise bir fötr şapka tutuyordu.
“Heil Mein Führer!”
“Heil” dedi zayıf bir ses. “Ne durumdayız?”
“Herkes toplantı salonunda Führerim, harekete geçmek için sizi bekliyoruz.”
“Peki ya…” diyerek işaret parmağıyla yukarıyı gösterdi. İşgalcilerin durumunu soruyordu. Bir kaç saattir top sesleri duyulmaya başlanmıştı. Uçakların her seferinde bıraktığı bombalar yerin metrelerce altındaki karargahı titretiyor, zaman zaman küçük elektrik kesintilerine yol açıyordu.
“Vaktimiz var Führerim!” dedi Goebbels elinin tersini yukarıya doğru sallayarak. Bu ona propaganda günlerinden kalan bir hatıraydı esasında. Ateşli konuşmalarının, İngilizlerden veya Ruslardan bahsettiği zamanlarında elini bu şekilde sallardı. Bu bir çeşit “Almanya’nın tüm düşmanları birer sinekten daha büyük değil!” mesajıydı.
Hitler avuçlarını ceviz ağacından yapılmış masaya basarak ayağa kalktı. Goebbels elindekileri önündeki koltuğa bırakarak onun giyinmesi için dışarıya çıktı. Kapının önünde bekleyen subayı toplantı salonuna gönderdi. Bir kaç dakika sonra karşısında, uzun zamandır görmediği haliyle fötr şapkalı, kahverengi takım elbiseli Führer duruyordu.
“Gidelim!” dedi Hitler. Boş koridorlardan yürüyerek Führerbunker’in çıkış merdivenlerini tırmandılar. Kapının önüne geldiklerinde Goebbels durup saatini kontrol etti. On saniye kadar bekledikten sonra kapıyı açıp dışarıya çıktı. Karargahın önünde şoförlü bir ambulans bekliyordu. Goebbels atılıp ambulansın arka kapısını açtı:
“Führerim!”
Hitler eliyle kapının koluna dayanarak kendisini dışarıya attı. Kafasını gökyüzüne kaldırıp parıldayan güneşi seyretti. Aylardır karargahından dışarıya adımını atmamıştı. Temiz havayı ciğerlerine doldurdu. Karşı ufuktan ona doğru seyreden kuşlara baktı. Bu sırada büyük bir gürültü koptu, yer deprem olmuş gibi sallandı. Yakınlarına bir top ateşi denk gelmişti.
“Führerim acele edin!” diye bağırdı Goebbels başına siper ettiği elini indirirken. Hitler hızlı adımlarla ambulansa yürüdü. Goebbels o ambulansa binerken her zamanki Nazi selamını verdi.
“Sieg Heil!” diyerek zaferi selamladı.
“Heil!” diye karşılık verdi Hitler. Goebbels’in gözleri dolmuştu. Selam verdiği kolunu indirmedi. Hitler ona bir süre baktıktan sonra ambulansa bindi. Goebbels dakikalar boyunca, giden ambulansın arkasından selamını sürdürdü. Bu sırada gözünden bir damla yaş aktı.
Ambulans, harabeye dönmüş Berlin’in ara sokaklarında hızla ilerliyordu. Hitler küçük camından dışarıyı seyrediyor, bir kaç ay öncesinin görkemli şehri Berlin’e sessiz bir ağıt yakıyordu. Caddelerde zaman zaman 15-17 yaşlarında eli silahlı Alman çocukları görünüyordu. Kumdan siperliklerin arkasında kah bir makinalı tüfeğin, kah bir tanksavarın başında düşmanın gelmesini bekliyorlardı.
Ambulans acı bir frenle dönerek ara sokaklardan birine saptı. Burada Hitler yıkıntılardan kendisine siper edinen sarışın bir çocuğu fark etti. Önündeki duvarı siper ederek sokağa doğrulttuğu Karabiner 98K marka tüfeğiyle o da diğer Almanlar gibi düşmanını bekliyordu. Fakat bu cesareti gösterirken hemen hepsi Führer’lerine güveniyorlardı. Oysa Hitler artık ruhen onların Führeri olmamakla birlikte biraz sonra bedenen de onları terk edecekti.
Ambulans bir süre daha yol gittikten sonra Berlin Opera Binası’nın önünde durdu. Şoförün sesi duyuldu.
“Führerim! Sizi bekliyorlar.”
Hitler dışarıya bir göz attıktan sonra ambulanstan inerek opera binasına doğru yürümeye başladı. Merdivenleri tırmanırken arabanın için bir el silah sesi duyuldu. Hitler arkasına bakmadan yürümeye devam etti. Şoförün cansız bedeni yan koltuğa devrilmişti. Sol elinde sıkıca kavradığı Luger Parabellum’un namlusundan beyaz bir duman çıkıyordu.
Opera binasının kapısının ardında iki tane beyaz önlüklü adam Führer’i karşıladı; ona acele bir selam verdiler.
“Heil Hitler! Vaktimiz azalıyor Führerim, acele etmeliyiz.”
Hitler bu defa selam verme gereksinimi duymadı. Adamları takip ederek opera salonunun arka tarafına kadar yürüdü. Buradan dar bir koridora girdiler. Bir süre yürüdükten sonra içinde onlarca odayı barındıran bir kulise gelmişlerdi. Önde yürüyen ikili 108 numaralı odaya daldı, Hitler’de hemen arkalarından. Burası orta büyüklükte bir odaydı. Kapının tam karşısında üzerinde makyaj malzemeleri olan masalı bir ayna, bir yanında uzun bir koltuk ve diğer yanında soyunmak için kabin. Aynanın tam üstünde de Adolf Hitler’in bir portresi duruyordu. Hitler portreye uzun uzun baktı. Bu sırada iki adam kabinin arkasında bir şeylerle uğraşıyorlardı. Hitler, portresine öylesine odaklanmıştı ki adamların kısık sesli tartışmalarını işitmiyordu bile.
“Bu Tanrının cezası kapı neden açılmıyor?” diye biri diğerini azarlıyor, öbürü de “Çıkarken kapıyı sen kapatmıştın” diyordu. “Heh! İşte açıldı.”
“Führerim gelebilirsiniz.”
“Führerim!”
Hitler sesleri duymuyor gibiydi. Bakışlarını portresinden indirip karşısındaki aynaya baktı. Ellerini yüzüne götürdü. Portrenin aksine çökmüş bir surat, soluk gözler, kırlaşmış seyrek saçlar… Hitler sanki bu suratı ilk defa görüyordu. Tekrar yukarıdaki portreye döndü. Heybetli Führer! dedi içinden. Kalabalık geçit törenlerinde SA’ları selamlayan, onları yüreklendiren Führer! Tekrar aynaya döndü. Şimdi elinde ne var!
“Führerim geç kalıyoruz!”
Hitler bir uykudan uyanmış gibi kendisine seslenen adamlara döndü. Bir kaç adım atıp kabinin arkasına geçti. Burada yerin altına doğru açılan bir tünel vardı. Dik demir merdivenlerden tutunarak adamların arkasından 30 metre kadar aşağıya indi. Yere ayak bastığında karşısında bir yeraltı laboratuvarı duruyordu. Laboratuvarın orta yerinde büyük yuvarlak demir dökümden bir makine vardı. Tavandan uzanan ipli lambalar loş bir aydınlık sağlıyordu. Hitler burayı 1942 yılında operanın tadilata girdiği bir dönemde inşa ettirmişti fakat daha önce görme fırsatı olmamıştı.
“Führerim bilmelisiniz ki makineyi deneme fırsatımız olmadı ancak…”
Hitler, sözünü bitirmesine müsaade etmedi. “Başlayalım.”
Bu iki beyaz önlüklü adam Nazi Almanya’sının en ünlü fizikçileriydi. Hitler, iktidarı boyunca bilim adamlarına büyük para kaynakları sağlamıştı. Bu iki fizikçi, Wehrmacht’ın Sovyetleri iki koldan istila ettiği günlerde ona bu projeden bahsetmişlerdi.
“Nasıl isterseniz Führerim. Hangi tarihe gitmeyi düşünüyorsunuz?”
“23 Ağustos 1894, öğleden önce.”
Profesörler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Bu tarih Hitler’in doğumundan 4 sene sonrasıydı.
“Peki nereye gideceksiniz?” diye sordu profesörlerden biri.
“Avusturya, Inn, Braunau” dedi Hitler tok bir sesle.
Profesörler yüzlerindeki şaşkınlığı silmeye fırsat bulamamıştı. Hitler her şeyin başladığı yere; doğduğu kasabaya gitmek istiyordu.
“Hazırsak başlayalım” dedi Hitler. Bu esnada sığınakta ardı sıra sarsıntılar yaşandı. Ruslar yaklaşmış olmalıydı.
“Nasıl isterseniz Führerim” dedi yaşlıca olan profesör ve makinenin altında yer alan konsolun başına geçti. Diğer profesör demir merdivenlerden tırmanarak makinenin kapısını açtı.
“Buyrun Führerim” dedi başını öne eğerek.
Hitler eğilerek küçük, yuvarlak demir yığınının içine girdi. Burada etrafından kayışlar sarkan bir koltuk vardı. Her taraf ışıldayan panellerle kaplanmıştı. Arkasından giren profesör onu koltuğa bağladıktan sonra bir süre olduğu yerde kaldı. Kafasını kaldırıp Hitler’e baktı. Bakışlarında hem gurur hem de umutsuzluk vardı.
“Führerim Almanya’nın kaderi dün olduğu gibi bugün de sizin elinizde! Siz gittikten sonra burası bizimle birlikte yok olacak.”
Hitler yakın bir geçmişe giderek Almanya’yı yeniden ihtişamlı zamanlarına kavuşturacaktı. Führer dünyaya hükmedecek; Wehrmacht Avrupa’nın bir ucundan Sibirya’ya kadar hakim olacaktı!
Profesör makinenin kapısını kapatırken son bir kez Hitler’e baktı. Yüzünde görmeye alışık olmadığı bir ifade vardı. “Profesör, her şey hazır mı?” diye sordu konsolun başındaki meslektaşına.
“Birazdan hazır olacak.”
Profesör, sayaçtan tarihi ve saati ayarladıktan sonra ayrıntılı bir harita yığınından tespit ettiği enlem ve boylamları girdi. Konsolun tepesindeki kolun korumasını açtıktan sonra büyük bir uğraşla aşağıya indirdi. Koşarak makinenin karşısına geçti. Diğer profesörde onun hizasına geldi.
Makineden bir kömür kazanı gibi sesler yükselmeye başladı.
“İşte başlıyor!” dedi ihtiyar profesör heyecanla.
İkisi birden makinenin karşısında selam durdular.
“Heil Hitler!”
Makine gürültüyle titremeye başladı. Bir dakikanın sonunda azalarak durdu. İki profesör atılarak kapıyı açtılar. İkisi birden derin bir nefes aldı. Führerleri gitmişti. Birazdan laboratuvarı opera binasıyla birlikte havaya uçuracaklardı. Fakat bunun hiç bir önemi yoktu çünkü Führer her şeyi düzeltecekti.
Goebbels toplantı salonunda toplanmış olan partililere sesleniyordu. Herkes birazdan teşrif edecek olan Führeri beklemekteydi.
“Führere olan imanımızı kimse sorgulama cüretinde bulunamayacaktır!” diye haykırarak konuşmasını bitirdi Goebbels. Ardından karargahın koridorlarında yankılanan iki el silah sesi kalabalığı Goebbels’i alkışlamaktan alıkoydu. Herkes şaşkın gözlerle birbirine bakıyordu. Goebbels başını eğdi. Bir kaç kişi ayaklandı. Arkasından herkes salonu boşalttı. Goebbels kalabalığı yararak sesin geldiği odaya doğru yürüdü. Kalabalık meraklı gözlerle onu takip ediyordu. Kapının önünde bekleyen genç subay onları görünce “Führerimiz ve değerli eşi ebediyete gittiler!” diye haykırdı.
Hitler bir gün önce Eva Braun’la evlenmiş ona “Tarihin seni metresim olarak anmasını istemiyorum” demişti.
Goebbels subaya çekilmesini işaret etti, kulağına yaklaşıp kimseyi içeri almamasını söyledi.
Odaya adımını attığında kan sızan kafası sol tarafa düşmüş olan Eva Braun’u ve yerdeki ceset çuvalını gördü. Biraz bekledikten sonra dışarıya çıkarak kontrolü kaybetmiş kalabalığa döndü. Herkes birbirine sarılarak ağlıyordu.
Goebbels büyük bir sakinlikle kolunu yukarıya doğru kaldırdı.
“Heil Hitler!”
Kalabalık ardından haykırarak tekrarladı: “Heil Hitler!”
“Heil Hitler!”
“Heil Hitler!”
Goebbels tekrar odaya girdi. Eva Braun’un da cesedini bir çuvala geçirdikten sonra kapının önünde bekleyen subayla birlikte Hitler’in yaverini ve iki subayı daha çağırdı. Çuvala geçirilmiş cesetleri alarak odadan çıktılar. Koridorda bekleşenlerden kimi, ellerde taşınan çuvalları gördükçe kendini duvarlara vuruyor, kimi gözlerinden yaşlar boşanır halde arkalarından selam duruyordu.
Goebbels beraberindekilerle cesetleri karargahın dışına çıkardıktan sonra yavere derin bir çukur kazması için emir verdi. Başka bir subaya da benzin getirmesini söyledi. Bu sırada Rus askerleri gittikçe karargaha yaklaşmıştı. Toplar karargahın uzak çevresini dövüyordu.
Derin bir çukur kazıldıktan sonra çuvallar özenle içine bırakıldı. Yaver benzin bidonunun tamamını çukura boşalttıktan sonra alelacele bir kibrit çakıp ateşe verdi. Çukurdan büyük bir alev topu yükseldi. Hep birlikte son kez yanmakta olan cesetlere doğru selam durdular.
Hitler gözünü açtığında doğduğu kasabanın hemen dışındaydı. Güneş yeni yeni yükselmeye başlamıştı. Hızlı adımlarla on dakikalık bir yürüyüşün ardından kasabaya vardı. Etrafı inceleyerek geniş sokakta yürümeye başladı. Garip duygular içerisindeydi, bu kasabanın her köşesinde bir anısı vardı.
İnsanlar yeni yeni sokağa çıkmaya başlamıştı. Her yanı taze ekmek kokusu sarmıştı. Fırıncı Müller dükkanının önüne çökmüş sigarasını tüttürüyor, sokakta yürümekte olan bu iyi giyimli yabancıyı süzüyordu. Hitler, Müller’in ona baktığını görünce bir anlık refleksle fırına doğru bir adım attı; neredeyse yanına gidip selam verecekti. Sonra bakışlarını ondan kaçırıp adımlarını hızlandırdı. Sokaktan döndüğünde karşısında küçük, ahşap kilise duruyordu.
Hitler, kiliseye doğru yürürken kapıdan çıkan papazı gördü. Siyah elbiseleri, uzun siyah sakalları ve iri burnuyla tıpkı hatıralarındaki gibiydi. Papaz ona şöyle bir baktıktan sonra merdivenlerden inip başka bir yöne doğru yürümeye başladı. Hitler, öylece kilisenin önünde durup papazı izledi bir süre. Gittikçe uzaklaşıyordu. Her şeyi değiştirmeye o kadar yakındı ki. Kendisini toparladı ve arkasından seslendi:
“Papaz Efendi! Hey Papaz Efendi!”
Papaz kendisine seslenen yabancıya döndü.
“Buyrun, kime bakmıştınız?” dedi ağır bir Avusturya aksanıyla. Hitler kulaklarına hem aşina hem de yabancı gelen bu aksanı ne kadar uzun zamandır duymadığını fark etti.
“Size baktım Papaz Efendi.”
Papaz, ona doğru yürüdü. Yanına gelince “Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi.
Hitler, şapkasını kafasından alıp göğüs hizasına getirdi. “Günah çıkartmak istiyorum papaz efendi.”
Papaz bir süre Hitler’e baktı, önce bir şey soracak gibi oldu fakat sonra vazgeçti. Omzuna dokunup “Buyrun, geçelim” dedi sevecen bir tavırla.
Merdivenlerden çıkarken Hitler, Papaza döndü: “İşinizden alıkoymadım ya, bir yere gidiyordunuz sanki.”
Kilisenin küçük kapısından kafalarını eğerek geçtiler. “Nehir kıyısında biraz işim vardı ama Tanrının işi beklemez” dedi papaz işaret parmağını kaldırarak. Burası oldukça küçük, eski bir kiliseydi.
“İşte, siz şöyle geçin” dedi Papaz günah çıkartma kabinini işaret ederek. Hitler kendisine gösterilen eski sandalyeye oturdu. Papaz da perdenin ardına geçip incilden ayetler okumaya başladı.
“Günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır.”
“Anlat bana oğlum, Tanrının yasakladığı bir şey mi yaptın?”
Hitler kafasını arkasındaki tahta döşemeye dayadı. “Çok büyük günahlar işledim.”
“Bunlar nasıl günahlar?”
“Kendi insanlarımı zehirledim!”
“Devam et oğlum, Tanrı bağışlayıcıdır.”
“Benim yüzümden milyonlarca insan öldü.”
Perdenin arkasında bir sessizlik oluştu. Bir süre sonra peder tekrar söze girdi: “Devam et oğlum, anlat.”
“Çok büyük acılara sebep oldum.”
“Pişman mısın?”
“Fazlasıyla.”
“Hatalarını düzeltmeye çalıştın mı?”
“Bunun için buradayım.”
“Nasıl yani?” dedi papaz şaşkınlıkla.
“Hatalarımı düzeltmekle kalmayacağım, yaşanacak olan acıları da yok edeceğim.”
Bu sırada uzaktan bağırışmalar duyuldu. Papaz bir şey söyleyecek gibi oldu, ama sesler düşüncelerini böldü. Kulak kesilip gittikçe yaklaşan sesleri dinledi. “Papaz Efendi! Papaz Efendi!”
Çocukların da içinde bulunduğu kalabalık bir grup kiliseye girdi. Herkes kan ter içinde kalmıştı. Papaz perdenin arkasından “Biraz bekleyin lütfen” diyerek kabinden çıktı. Onu gören Klara Hitler kucağında küçük oğlunun cesediyle dizlerinin üstüne çöktü.
“Aman Tanrım ne oldu böyle!”
Klara Hitler’in ağlamaktan gözleri kızarmıştı. “Papaz Efendi!” diye haykırdı. “Papaz Efendi! Oğlum Adolf nehirde boğuldu! Yüce Tanrım neden benden oğlumu aldın!”
Kabinden çıkan fötr şapkalı adam önce Klara Hitler’in güzel yüzüne sonra da kucağında duran 4 yaşındaki Adolf’un cansız bedenine baktı. Yuvarlak yüzlü tombul bir çocuktu. Bir süre onları merhametli bakışlarla seyrettikten sonra Klara Hitler’in çığlıkları arasında kalabalığı yararak kiliseden çıkıp gitti. Papaz Efendi acılı anneyi sakinleştirmeye çalışırken bu gizemli adamın arkasından baktı bir süre. Onu yoldan çevirmiş olmasaydı belki de nehir kenarında denk gelip küçük Adolf’u kurtaracaktı!
“Tanrım!” dedi kendisinin duyabileceği bir sesle. “Bu nasıl bir kader!”
30 YIL SONRA
Viyana’nın en işlek caddesinde koşturan gazeteci çocuk elindeki gazeteyi sallayarak bağırıyordu:
“Yazıyoor yazıyooor, Adolf Hitler’in dönüşünü yazıyooor!”
Bu esnada caddedeki kafelerin birinde piposunu tüttüren bir adam çocuğu izliyordu. Yanındaki arkadaşına dönerek “Adolf Hitler de kim?” diye sordu.
Adam arkadaşına yadırgar bir bakış fırlattı. “Kim mi? Avusturya’nın en ünlü ressamını nasıl tanımazsın?”